Cazibesine Dayanamadığımız Gucci Horsebit Makosenin Hikayesi*
[su_spacer]*Bu yazı bir tercümedir."House of Gucci" hoşunuza gitsin ya da gitmesin, Ridley Scott'un yönettiği film Floransa'lı markanın özellikle horsebit makosen modelinin cazibesini karşı konulamaz hale getirdi. Kanıt olarak birkaç haftadır e-ticaret platformlarında vintage Gucci parçalarının yaşadığı patlamayı gösterebiliriz. Bu platformlardan biri Vestiaire Collective, platform satışa konulan Gucci ürünlerin sayısında yüzde 80 artış kaydetmiş. En çok aranan parçaların arasında ise monogramlı şapka, Horsebit 1955 ve Jackie model çanta var, fakat genel olarak markanın aranılırlığı yüzde 25 artmış. Bu artış özellikle Tom Ford-Gucci anahtar kelimelerinde yüzde 40'a kadar varmış.Vestiaire Collective 11 milyondan fazla kullanıcısının 3 milyon ürün ve 10.000 marka arasından satın alma eğilimlerini analiz etti ve filmin çıkışının anons edilmesiyle birlikte Gucci performansında ciddi bir artış farketti. Şaşırdık mı? Hayır. Bu mekanizma kendini sürekli yeniliyor. Nitekim James Bond No Time To Die filminden sonra Omega saatlerin arama rakamlarında yüzde 28, Tod's çantalarda ise yüzde 90 artış oldu. Dune etkisinde ise Timothée Chalamet nin giydiği model pelerinin aramalarında yüzde 35 artış görüldü. Sonuç olarak sinema modayı etkiliyor ve tabii ki tam tersi de geçerli.
Tarih Yazan Bir Makosen
House of Gucci'de Maurizio Gucci rolündeki Adam Driver'ın ayağında gördüğümüz makosen Gucci moda evinin tarihini yazdı ve halen bugün markanın en ikonik ve en çok arzulanan parçalarından biri olarak koleksiyonlarda yer alıyor, sezondan sezona yenileniyor. Peki bu ürünün güçlü yanı ne? Mutlaka ki lineer ve sade formu, iddiadan uzak görünümü onu hem erkek hem kadın gardırobunun cinsiyetsiz bir parçası haline getirdi.Peki ya Horsebit makosen nasıl ortaya çıktı?Horsebit makosenin doğuşunu Gucci'nin kurucusu Guccio Gucci'nin oğlu Aldo Gucci'ye borçluyuz. Aldo Gucci 1953'de markanın ayakkabı sektörüne girmesi gerektiğine karar verdi ve sektöre giriş yapmak için seçilen ürün bir unisex makosendi. Deri veya süet versiyonunda, atçılıkta kullanılan ve atçılık profesyonellerinin "horsebit" diye tanımladığı koşum ve dizginlerden ilham alan metal tokasıyla ünlü Gucci makoseni. Bu ikonik sembol 60'lı yıllardan itibaren markanın birçok ürün kategorisinin vazgeçilmezi oldu. Çantalar, kemerler, mücevher ve saat koleksiyonları ve tabii ki fular ve kravatlar bu sembolle piyasaya sürüldü. Ünlü makosene geri dönersek, Aldo Gucci'nin fikri mükemmel bir başarı hikayesine vesile oldu. Sektöre girmek için yapılan bir deneme niyetiyle piyasaya sürülen ürün büyük bir klasiğe dönüştü. O kadar ki 1985 yılında moda tarihindeki önemini kanıtlarcasına Metropolitan Museum New York'un kalıcı koleksiyonuna girdi.
Aktörlerin Ve Aktrislerin Tercihi
Dustin Hoffman Gucci makosenleri Kramer Kramer'e Karşı'da giyiyordu. 90'lı yıllarda ise sıra Madonna'ya geldi. Madonna MTV Music Awards sahnesine Tom Ford tasarımı olan siyah rugan makosenleriyle çıktı. Yıl 1995'ti ve Madonna Take a bow ile ödül almıştı.Brad Pitt'in Fight Club'daki unutulmaz karakteri Tyler Durden da Gucci Horsebit giymişti.Gucci Horsebit makosenlerin Matt Damon'ın Yetenekli Bay Ripley filmindeki tarzının da parçası olduğunu unutmayalım.Günümüzde ise makosenleri ASAP Rocky ve Alessandro Borghi gibi ünlülerin ayağında görebiliyoruz.Gucci Horsebit'in zamanı hiç geçmeyecek gibi. Yazının orijinali için aşağıya tıklayın:https://www.gqitalia.it/moda/article/gucci-mocassino-storia-foto
Orsola de Castro'yla Omuz Omuza Modayı Onarmak
[su_spacer]Dünyanın en yaygın moda aktivizmi hareketi olan Fashion Revolution’ın kurucularından Orsola de Castro ateşli bir aktivist. Konuşurken ses tonunun yükselip alçalışları, beden dilinin canlılığı ve bazı sözcükleri üstüne basa basa söyleyişi içinin kıpır kıpır olmasıyla ilgili. Bu coşkulu halinin, toplumda değişim yaratma isteği ve inancına bağlı olduğunu düşünüyorum. Hem sözünü ettiğim bir liderlik vasfı değil. Anlatımında “Hadi gel koluma gir; hep beraber dünyayı dönüştüreceğiz,” tavrı seziliyor.De Castro’nun dayanışmacı ve mücadeleci ruhu, kısa süre önce yayımlanan Loved Clothes Last: The Joy of Repairing, Rewearing and Caring for Your Clothes adlı kitabında da kendini gösteriyor. Ona kulak verdiğinizde moda sistemini değiştirmek için harekete geçmeniz an meselesi. Sizi bu kitabı yazmaya iten ne oldu? İnsanlara modayı deneyimlemenin ve giysileri sevmenin başka yolları olabileceğini mi göstermek istediniz? Evet, tam olarak bunu yapmak istedim. Bir edebiyat ajanı Instagram’dan benimle iletişime geçip giysilerin onarımı hakkında bir kitap yazmaya sıcak bakıp bakmadığımı sorana dek bu konu hiç aklımda yoktu. Doğrusunu isterseniz onarma konusunda çok da kötüyüm. Bu yüzden ona nasıl onarım yapılacağını değil de, neden onarım yapılması gerektiğini anlatan ve bunu gerekçelendiren bir kitap yazmayı önerdim. İşte her şey böyle başladı. Sürdürülebilir modayla değil, modayla ilgili bir kitap olmasını istedim. Benim için moda, giydiklerimizden çok daha büyük bir mesele. Moda, tarih demektir; miras demektir. Feminizmle, ırkçılıkla ve sömürüyle ilişkilidir. Giysilerin onarımının nasıl yapılacağının yerine, neden yapılması gerektiğini anlattığınızı söylediniz. Bununla beraber moda endüstrisinin işleyişindeki aksaklıkları ve sömürü düzenini de ele aldınız mı?Elbette. Kitap daha ziyade sistemin onarımı üzerine. Her bölüm giysilerin onarımı, bakımı ve yıkanması hakkında tavsiyeler içeriyor. Kitabın ikinci kısmıysa tamamen politika, aktivizm ve çevrecilik temalarının etrafında dönüyor. Herkes oturup giydiklerini onaramaz. Kimileri belediyeyle beraber lobi faaliyeti yürüterek, yaşadığı yerde onarım tesisleri oluşturabilir. Kimileri çocuğunun okulundakilerle konuşarak, öğrencilerin kıyafetlerini onarmayı öğrenmelerini sağlayabilir. Dolayısıyla konu, sizin jean’inize ne yapabileceğinizle değil, toplum olarak herkesin jean’ine ne yapabileceğimizle ilgili. Öyleyse bireyseldense kolektif bir eylemden söz ediyorsunuz.Bence bireysel olanı keşfettikten sonra kolektife varıyoruz. Yani önce kendimizle başlayıp ardından müşterek sorunlara doğru hareket ediyoruz.Kitabınızda otobiyografik öğeler de var. Biraz onlardan bahseder misiniz?Kitabı yazmaya başladığımda ailem ve tasarımcılık kariyerimle ilgili bölümler kendiliğinden ortaya çıktı. Bunların sadece ilk taslakta yer alacağını, editörüm okuyunca hepsinin çıkarılacağını düşünmüştüm. Gelin görün ki hiç öyle olmadı. Sonunda kişisel yolculuğumun insanlar için daha ilgi çekici olacağına inandım. Çünkü yolculuğum pek o kadar politik değil. Tasarımcılıktan aktivistliğe uzanan yolu yavaş yavaş aldım. Günün birinde gözünü açıp dünyayı değiştirmeye karar verenlerden değilim. Bireysel düzlemde giysilere yaklaşımınızı değiştiren bir dönüm noktası oldu mu? Yıllar içinde giysilerle kurduğunuz ilişki değişti mi?Hiç değişmedi. Sabahtan akşama kadar kıyafetler üzerine konuşabilirim. Onlara bayılıyorum. Oldum olası kıyafetleri kesip biçmeyi ve değiştirmeyi severim. Kuzenlerim, en yakın arkadaşım, kızlarım ve oğlumla kıyafet değiş tokuş etmek çok hoşuma gidiyor. Kitabınızda ailenizin bir Noel geleneğini anlatıyorsunuz. Anneniz ve teyzenizin öncülük ettiği bu geleneğe göre, Noel alışverişi yerine Noel takası yapıyordunuz. Aktivistliğinizi ailenizdeki kadınlardan mı aldınız acaba?Yüzde yüz. Elbette onlar bunu aktivizm bilinciyle yapmıyorlardı. Yine de her açıdan onların bir mahsulü olduğumu düşünüyorum. Venedikli atalarım, 15. yüzyılda Venedik’e geldiklerinde ipek taciri olarak çalışmışlar. Teyzem terziydi; annem giysileri söküp yeniden dikerdi; anneannem tığ işi örerdi. Sahip olduğumuz giysileri ve aksesuarları birbirimize verdiğimiz Noel takasımız çok meşhurdu. Yalnız misafirimiz olduğunda ve onlar hediyelerin ikinci el olduğunu fark ettiklerinde bizim deli olduğumuzu düşünürlerdi. Aile yadigârları gençken de cazip geliyor muydu size? Genellikle gençliğimizde yeni giysiler giymeye ve son modayı takip etmeye daha çok önem veririz.Anne tarafım pek çok açıdan oldukça eksantrik ve orijinal. Onun için yetiştirilme tarzım hiç geleneksel değildi. Mesela gıcır gıcır bir Barbie bebeğim olmadı hiç. Canım yeni bir Barbie çekmişti elbette. Çekmez olur mu? Ancak farklı yetiştirilmenin bir şans olduğunun cidden farkındaydım. Büyük teyzemin çok sevdiğim bir broşu vardı. On altı yaşımdayken takaslarımız sırasında o broşa sahip olduğumda nasıl mutlu olduğumu hatırlıyorum.Moda artık çoğunlukla alışveriş yapmaktan ve yeni üst baş almaktan ibaret hale geldi. İnsanların moda algısını nasıl değiştirebiliriz? Sizce kitabınız bu konuda ne tür bir rol oynayacak?Hem hızlı moda markalarının hem de seri üretim yapan lüks markaların, tüketicinin karşısında daha güçlü bir pozisyona geçmesinin bir miladı var. Hepimiz katakulliye geldik. Benim kadar uzun süredir moda dünyasında çalışanlar buna ilk elden tanık oldu. Bunun özellikle reklamla ve iletişimle değiştiğini biliyoruz. Kültürel bir şey var ortada. Ancak bu kültür değişmeye başladı. Mesela kızlarımın kuşağındakiler için ucuza aldıkları bir kıyafeti birkaç defa giyip Depop’ta satmak gayet normal. Moda algımızı değiştirmenin tek yolu, markaların bize yaptığının aynını onlara yapmak. Ne yaptılar peki? Kasten estetiği değiştirerek, el yapımının güzelliğinin ve nadir olan bir şeyin kalitesinin yerine parlak ve yapay olanı koydular. Bunu iletişim, pazarlama ve üretim sayesinde bile bile gerçekleştirdiler. Çok doğru bir noktaya değindiniz. Lüks markalarda dahi son 10-15 yılda kalitenin değiştiğini görebiliyoruz aslında.Buna yürekten katılıyorum. Kitapta Gucci çantalarımı anlattım. Annem ve anneannemden miras kalan kırklı ve ellili yıllara ait Gucci çantalarımın yanında, doksanlarda evlendiğimde bana hediye edilen bir model var. Doksanlardakini ilk edindiğimde içinin fotoğraflarını çekip markaya göndermiştim. O zamanlar sosyal medya yoktu tabii. Onlara elimdekinin bir Gucci çanta olmadığını, anca pinti bir Gucci çanta olabileceğini söyledim. Anneanneminkinin içinde dört cep, bir zarf cep, kalem ve ruj gözü var. Anneminki gece çantası. Onun dışı tamamen el yapımı, astarı saten ve iki iç cebi var. Artık böyle çantalar üretilmiyor. 2013’teki Rana Plaza faciasının ardından Carry Somers’le birlikte kurduğunuz Fashion Revolution bugün dünyada 92 ülkede faaliyet gösteriyor. Moda konusunda toplumsal farkındalığı artırdığı halde anti moda bir duruşu yok. Bu sayede, sürdürülebilirlik ve tekstil işçilerinin çalışma koşulları gibi konularda insanları bilinçlendirebiliyorsunuz. Fakat aynı zamanda hızlı modaya bağımlılık, haddinden fazla üretim ve tüketim de artıyor. Bu şartlar altında mücadele vermek sizi zorluyor mu?Hayır zorlamıyor. Ne yalan söyleyeyim her şeyin çok çetrefil olduğunu düşündüğüm dönemin sonuna geldim artık. Çünkü o kadar da çetrefil değil. En zoru insanları durdurup düşündürmek. Ortada sömürüye dayalı, çevre kirliliği ve sosyal adaletsizlik konularında adı çıkmış bozuk bir sistem var. Esas itibariyle moda bu. El işi, miras ve endüstriyel zanaattan söz etmiyorum gerçi. Seri üretimin pazarlanması, bizlere aşırı tüketim ve harcama yaptırmak üzere kurgulandı. Sudan ucuz kavramının ortaya çıkması, bizim ödemediğimizin bedelini başkasının ödediği anlamına geliyor. Yani, doğa ve kıyafetlerimizi üretenler ödüyor bu bedeli. Şimdi yapmamız gereken, sisteme bakıp her şeyi sil baştan tasarlamak. Emin olun sandığınız kadar zor değil bu. Her şeye eşitlik perspektifinden bakarsanız zor olmadığını göreceksiniz. Mesela markaların CEO’ları ve sahipleri daha az para kazanmalı. En üsttekilerle en alttakiler arasında daha dengeli bir ilişki yaratılmalı. Sırf bu bile pek çok sorunu çözmeye yeter. CNN’e yazdığınız bir yazıdan alıntı yapacağım. Şöyle diyorsunuz: “Toplumumuzdaki derin eşitsizlik, haysiyet ve adalet eksikliği, ortaklaşa kullandığımız çevremizin korunması ve yenilenmesi konusunda kendimizi eşit ölçüde adamamızı önlüyor. Sürdürülebilirlik ve çevre hareketlerinin çoğu benim gibi beyaz, ayrıcalıklı, iyi niyetli kimselerin alanı olarak kalıyor.” Bunu dürüstçe ifade etmenizi çok gerçekçi buldum. Peki modadaki tüm sorunların kaynağının eşitsizlik olduğunu söyleyebilir miyiz?Esasında eşitsizliğin her konudaki sorunların kaynağı olduğunu düşünüyorum. Hatta bunu bir adım daha öteye taşıyarak asıl sorunumuzun patriyarka olduğunu iddia edebilirim. O zaman hem patriyarkayı hem kapitalizmi yıkmamız şart.Kesinlikle. Ben öfkeli bir feministim. Tüketicilere sınırsız seçenek sunan sistem, şimdi onlardan sürdürülebilir seçimler yapmalarını istiyor. Bu da akla, sürdürülebilirliğe bir trend muamelesi yapılıp yapılmadığı sorusunu getiriyor. Öte yandan, bireysel tercihlere yapılan vurgu, tüketicileri sistemin kendisini sorgulamaktan alıkoyuyor olabilir mi?Markalar tüketici talebi deyip duruyorlar biliyorsunuz. Elli dört yaşındayım ve bu yaşıma kadar bir dünya politik protestoya katıldım ama binlerce insanın sokaklara dökülüp “Ucuz giysi istiyoruz,” diye slogan atarak eylem yaptığına şahit olmadım hiç. Bakın biz ucuz kıyafet talep etmedik. Bu kıyafetler bizim üzerimize yığıldı; biz de bunlara bağımlı hale geldik. Bunu alkolizm gibi düşünebilirsiniz. Dolayısıyla markalar, verdikleri bu zararı ortadan kaldırmakla yükümlüler. Özellikle ucuz kıyafet üreten markalar, mağazalarına ucuza onarım seçeneği koymalılar. Hem sürdürülebilir modayı savunup hem de inanılmaz boyutta üretim yapmaya devam ediyorlarsa başka türlüsü kabul edilemez. Modanın ve etik olmayan modanın kuralları üzerine yeniden düşünmeliyiz. Çünkü markaların sattığı ürünlerin yüzde 99’unun etik olmadığını söyleyebilirim. Pazarın yüzde 97’si aşağı yukarı 40 büyük markanın hakimiyetindeyken etik ve sürdürülebilir markaların görünürlük bariyerini aşıp keşfedilmeleri zor. Pandemiyi fırsat bilip pazarı değiştirmek için elimizden geleni yapalım. Her şeyden önce şu dinozorları kenara itelim ve küçük markalara yer açalım. Sizin de söylediğiniz gibi sektör büyük markaların kuşatması altında. Tüketici olarak bu markalarla nasıl mücadele edebiliriz?Hepimiz kim olduğumuza ve ne yaptığımıza bağlı olarak bir yol tutturuyoruz. Boohoo gibi ultra hızlı moda markalarından alışveriş yapan gençlerin, kıyafetleri söküldüğünde ya da eskidiğinde bunları onararak başkaldırılarını gösterebileceklerine inanıyorum. “Eteğimi seviyorum ama çabucak yıprandı. Yerine yenisini almak istemiyorum. Eteğimi daha dayanıklı yapmanızı veya onarmanızı istiyorum,” diyebilirler markalara. Instagram’da ve TikTok’ta binlerce genç bunu yaptığında markalar onları dinleyecektir. Bunun dışında, mesela nasıl farklı şekilde alışveriş yapabileceğiniz üzerine düşünmeye zaman ayırın. Bedeninize uyan giysi yerine, prensiplerinize uyanı arayın. Pandemi, tüm dünyada yapısal eşitsizlikleri su yüzüne çıkardı. Pandemiden sonra modanın geleceğine dair ne tür tahayyülleriniz var?Bana göre pandemideki en önemli kampanya, tekstil işçilerinin maaşları için mücadele veren Pay Up oldu. Markaların siparişleri iptal etmelerine ve tekstil işçilerini ortada bırakmalarına hepimiz tanık olduk. Bir yanda markaların milyarder sahipleri, bir yanda maaşını alamadığı için açlığa mahkum edilen işçiler. Apaçık bir adaletsizlik. Bu ciddi bir dönüm noktası oldu. İnsanların bunu unutmayacağını düşünüyorum. Bir başka önemli gelişme de Black Lives Matter hareketiydi. Gençler, ebeveynlerinin ve ailelerinin karşısına dikilip, “Sen bana doğruyu öğretmemişsin. Bu kişi ırkçıymış,” dediler. Daha iyi bireyler olmak için gerçek bilgiye ihtiyaçları olduğunu gördüler. Giysiler konusunda da herkes bu tutumu benimsese sorunumuz sona erer. Çünkü insanların ve doğal kaynakların sömürülme oranını anladıkları anda alternatif arayışına girmeleri kuvvetle muhtemel. Pandemiden sonra gerçek bilgiye duyulan açlığın belirleyici olacağını düşünüyorum.
İçindeki Çocukla Barışık Bir İllüstrasyon Markası: Rumisu
İstanbul doğumlu iki kız kardeş olan Deniz ve Pınar'ın kurduğu desen ve illüstrasyon markası Rumisu dört yaşında. Deniz ve Pınar, ortak tutkuları olan tasarım, illüstrasyon ve el emeğini, etik üretim prensipleriyle birleştirerek Rumisu'yu yarattılar. Bu süre içinde Rumisu'nun gelişimini heyecanla takip ettik ve başarısından ilham aldık.Tasarım markaları her zaman yaratıcılarının kişiliğinden ve tutkularından etkilenir. Çoğu zaman markayı da bir kişi gibi sever, hissederiz. Rumisu da bu markalardan biri. Hepimizi sıcaklığıyla ve samimiyetiyle etkileyen Rumisu'nun hikayesini, onun yaratıcılarından dinlemek istedik. Ayrıca moda girişimcileri için tüyolar da aldık!
Marka kurmak bitmeyen bir maraton gibi
Genelde kronolojik gidilir ama ben markanızın şu anki resmini çizerek başlamak istiyorum. Bugün Rumisu nasıl bir marka? Neler başardı?
Rumisu bu sene 4. yaşına girdi, halen hızla büyümekte olan ‘çocuk’ bir marka aslında. Zaten biz Rumisu’yu rengarenk, ve içindeki çocukla son derece barışık bir marka olarak görüyoruz. Şu anda 16 farklı ülkede, yaklaşık 50 satış noktasında bulunan niş bir desen ve illüstrasyon markasıyız. Desenlerimizle yarattığımız hikayeleri farklı boyut ve materyallerde fularlar üzerine yerleştirerek takipçilerimiz ve müşterilerimizle paylaşıyoruz.
İki kardeş olarak birleşip kendi markanızı kurmaya sizi en çok motive eden şey ne oldu?
İllüstrasyona olan sevgimiz ve kendimizi bu görsel dille ifade etme isteğimiz Rumisu’yu şekillendirmemizde ve kurmamızda çok motive edici oldu. Ayrıca abla kardeş bir takım olarak çalışma fikri de bizim için çok heyecan vericiydi. Birbirini bu kadar iyi tanıyan, güvenen, seven, sayan bir ortakla yola çıkmak inanılmaz bir şans ve lüks.
Rumisu uzun bir süre tek ürüne odaklandı, bu sizin seçiminiz miydi? Neden eşarpları seçtiniz?
İllüstrasyonlarımızı ve desenlerle anlattığımız hikayelerimizi en esprili şekilde nasıl paylaşabileceğimizi düşünürken, büyük aksesuar-severler olarak, eşarbın kendimize çok uygun bir zemin olduğuna karar verdik. Herkesin çok sevdiği, kolayca kullanabildiği, rahatlıkla risk alabildiği bir parçayla çalışmanın eğlenceli olacağını düşündük.İlk yola çıktığımızda, bizim çocuksu hikayelerimiz ve çılgın renklerimizle yarattığı kontrast hoşumuza gittiği için, aslında ‘çok yetişkin ve klasik’ bir ürün olan ‘ipek’ fulara odaklandık. Biz kendimizi dev fularlarla sarıp sarmalamayı çok sevdiğimiz için tek bir dev ebat, -140 cm x 140 cm - seçtik. Daha sonra, hem kendimiz merak ettiğimiz için hem de müşterilemizin yönlendirmeleriyle, hem farklı kumaşlarla, hem de farklı ebatlarla oynamaya basladık. Tek bir ürün kategorisi içerisinde dahi sonsuz farklılık yaratmanın mümkün olduğunu gördük.Yine de Rumisu olarak kendimizi bir ‘illüstrasyon ve desen’ odaklı bir marka olarak gördüğümüz için, sürekli olarak çizimlerimizi başka hangi kanvaslara taşıyabiliriz diye araştırma yapmaktayız.
Markanızı kurma aşamasında size verilmiş olmasını isteyeceğiniz tavsiyeleri paylaşır mısınız? Bugün başka girişimcilere faydalı olacağından eminim.
Sanırım bu konuda oldukça şanslıydık. Daha önceki hayat ve is deneyimlerimiz sayesinde, marka kurmanın uzun soluklu bir maraton olduğunu bilerek koşmaya başladık. Bugün bu deneyimin aslında ‘bitmeyen bir maraton’ olduğunun altını çizmek isteriz. Gelecekte bir gün ‘Markamızı kurduk, işimiz bitti, şimdi ayaklarımızı uzatabiliriz, dinlenebiliriz’ gibi bir cümle kuracağımızı düşünemiyoruz bile.Her gün yeni bir macera. Her sezon yeni bir heyecan ve soru işareti. Dünya her gün değişiyor, anlatılacak yeni hikayeler doğuyor. Rumisu da değişen bu dünya içerisinde değişiyor ve gelişiyor. Değişen sosyal medya dünyasında sesimizi nasıl duyurup, hikayemizi/hikayelerimizi nasıl paylaşacağımıza karar vermek ve uygulamak sürekli bir yaratıcılık ve disiplinli yönetim gerektiriyor.Yine başlarken bildiğimiz, ama yaşadıkça ve çalıştıkça önemini daha da iyi kavradığımız konulardan biri ekip olmanın önemi oldu. ‘Marka kurmak’ pek çok farklı işin aynı anda yürümesini gerektiriyor - tasarım, üretim, pazarlama, satış - ve bu konuların hepsi farklı yetenekler gerektiriyor. Biz abla kardeş başladığımız için şanslıydık, ‘çekirdek bir ekip’le başlamış olduk. Ama ekibimize destek veren, katılan başka ekip arkadaşlarımız olmadan bugün ulaştığımız noktaya varamazdık. Ekip çalışmasının önemini ne kadar anlatsak az.
Siz sırayla hangi stratejik adımları attınız ve sizce işinize nasıl etkileri oldu?
Sosyal sorumluluk yönünü başından itibaren üretim sürecinin olmazsa olmaz bir parçası haline getirmemiz, ve ilk sezonumuzdan itibaren yurt dışı fuarlara katılmamız, bizim için önemli stratejik avantajlar oluşturdu.Yurt dışındaki buyer’lardan aldığımız yorum ve önerilerle kendimizi çok daha hızlı geliştirdik. Bu fuarlar aracılığı ile edindiğimiz ivme, üretimimizin hem kalite hem adetler anlamında hızla artmasına imkan tanıdı.Sosyal sorumluluklarımıza, ve ‘Kadının Sürdürülebilir Ekonomik Kalkınması’ konusuna verdiğimiz önem de, çoğunluğunu kadınların oluşturduğu müşteri kitlemiz tarafından markanın daha çabuk fark edilmesine ve benimsenmesine katkıda bulundu.
Size ders veren değerli bir hatanız oldu mu?
Hata değil ama ders olarak belki şunu paylaşabiliriz; ilk sezonumuzda her bir desenin farklı renklerle çalışıldığında ne kadar farklı dünyalar ortaya çıkabildiğini henüz keşfetmediğimiz için, o zamanlar daha çok desene ve hikayesine odaklandığımız için, ilk sezonda her bir deseni tek bir renk seçeneği ile çalıştık. Kısa bir süre sonrasında ise varyantlar dünyasında kendimizi kaybetmeye ve böylece müşterilerimize de daha zengin seçenekler sunabilmeye başladık tabii…Markanızın gelişiminde tasarım ve yönetimin önemini yüzdeye vursanız ne çıkar?Rumisu’yu tabii ki tasarıma ve illüstrasyona olan sevgimiz yüzünden kurduk. Kendimizi bu şekilde özgürce ifade edebilmek, özgün olabilmemizi, kendi dilimizi oluşturarak binlerce marka arasında hem satın alma profesyonelleri hem de müşterilerimiz tarafından fark edilebilmemizi sağladı. Bu yüzden Rumisu için tasarımın önemi çok büyük.Ama markamızın bugün geldiği yere gelmesini sağlayan, ve umarız ileride hedeflediğimiz noktalara ulaşmasını da sağlayacak olan, yönetimi için göstermekte olduğumuz hassasiyet ve titizlik oldu. Yönetimin önemini %90 olarak değerlendirirsek yanlış olmaz. Netice itibari ile Rumisu olarak tasarladığımız ürünleri, gerektiği zamanlarda, en iyi kalitede hayata geçirilmiş olarak müşterilerimize sunamazsak Rumisu çok kısa sürede önce yer edindiği butiklerin raflarından sonra da hafızalardan silinir.Yıllarca Türk markaları için yurtdışına açılmak imkansız dendi. Son yıllarda bunun aksini ispatlayan başarılı markalar var bunlardan biri de Rumisu. Yurtdışına açılmak çok mu zor? Yoksa herkesin dilediğini bulabildiği bu dijital dünyada cesaretli olmak işe yarıyor mu?Yurt dışına açılmanın elbette pek çok zorluğu var. Bunu yapmak pazarlama anlamında ciddi bir yatırım, yönetim anlamında da inanılmaz bir disiplin gerektiriyor. Yurt dışı satın almacılar hem kalite, hem de terminler konusunda çok katı ve titizler. Ama bugünün küresel şartları içerisinde sadece lokal bir marka olarak kalmak pek akılcı değil. Senin de sorarken işaret ettiğin üzere dijital dünya bizim gibi ufak markaların, gerek instagram gerek başka sosyal mecralar üzerinden dünyadaki tüm müşterilerine direk olarak sesini duyurabilmesini sağlıyor. Nispeten yeni gelişen bu araçları ve avantajları bütün girişimcilerin kullanması gerektiğini düşünüyoruz. Neden bunları reddederek kendimizi sınırlandıralım? Derin bir nefes alıp, cesaretle dünya arenasına çıkmanın, uzun vadede var olmak için tek çıkar yol olduğuna inanıyoruz.
Rumisu’yu en çok seven yabancı müşteri hangi coğrafyada?
Şu an için Güney Kore ve Taiwan. Bu ülkelerde özellikle ‘ipek’ ve ‘ipek fular’ kullanımına yönelik çok köklü bir gelenek var. Genel olarak sevimli, çocuksu çizimlere karşı ilgi çok. Ve fularlarımızla birlikte gelen 3D oyuncaklar (amigurumiler), bu kültürlerin el yapımı olan her şeye gösterdikleri saygıdan ötürü, onlara çok ilginç ve çekici geliyor.
Küçük markalarda, genelde büyük şirketlerde ekiplerin yürüttüğü şeyler, hep başa düşer. Konfor alanından çıkmak zorunda kaldığınız konular neler oldu? Böyle zamanlarda yılmadan devam etmek için sihirli bir formülünüz var mı?
Evet Rumisu’da da tasarımdan pazarlamaya, muhasebe/stok takipten, ütü, pakete uzanan çok çok uzun bir süreç var. Ve oldukça uzun bir süre bu fonksiyonların gerektirdiği tüm bu şapkaları, ikimiz dönüşümlü olarak taktık. Şu an ekibimiz bir tık daha genişlediği için iş bölümünde biraz daha rahatladık, ama yine de herkes gerektiğinde her şapkayı takıyor. Rumisu-severlerden aldığımız tatlı sözler ve mesajlar da bizi yılmadan devam etmek ve motive etmek konusunda birebir.
Rumisu için sosyal sorumluluk hep önemli oldu. Sizi en çok etkileyen konular neler?
Evet sosyal sorumluluk hem çok önemli, hem de günün sonunda yaptığımız işin tatminini bizim için kat kat arttırıyor. Seçtiğimiz konular bizim yakından ilgilendiğimiz alanlar. Birincisi kadının ekonomik güçlendirilmesi ile ilgili. Diğeri ise hayvan hakları.Kadının ekonomik olarak güçlendirilmesini, bir ülkenin kalkınmasının temel taşlarından olduğunu düşünüyoruz. Kadınlar genel olarak ellerine geçen maddi imkânları ailelerinin temel ihtiyaçlarına çok daha akıllıca yatırım yaparak kullanıyorlar, özellikle de çocuklarının eğitimine yönlendiriyorlar. Bu konuda yapılmış sayısız araştırma var. Bu yüzden fularlarımızla birlikte gelen 3D karakterlerin ve ürün kılıflarının üzerindeki el nakışı kuşlarımızın üretimini UNDP (Birleşmiş Milletler Kalkınma Fonu) tarafından yönetilen bir proje kapsamında Güney Doğu Anadolu’da yapiyoruz. Nusaybin, İdil ve Kilis’te giderek genişleyen bir Rumisu ailesi var, ve bu yetenekli kadınlara iş imkanı sunabilmek bizim çok çok hoşumuza gidiyor.Çok ilgilendiğimiz bir diğer konu ise, iki hayvan-sever olarak, yurt içinde sokak hayvanları konusu ve yurt dışında yasa dışı fildişi ticaretine kurban giden fillerin durumu. İki sene önce, Kenya Nairobi ‘deki DSWT adındaki fil yetimhanesindeki iki fil yavrusunu Rumisu olarak ‘evlat’ edindik. ‘Expedition Africa’ koleksiyonumuzdaki belli modellerin satışından elde edilen gelir ile onlarin süt ve diğer bakım masraflarına katkıda bulunuyoruz.
İkiniz de çok yaratıcısınız fakat aynı zamanda bir markayı büyütmek operasyonal konularda çok sıkı çalışma gerektiriyor. Herşeye yetişmek için enerjinizi nasıl yenilersiniz?
Eve, doğaya, ve de sanata kaçarak diyebiliriz. İkimiz de oldukça evcil insanlarız, evlerimizde kedi, köpeğimizi mıncıklayarak, elde bir şeyler biçip, dikip üreterek çok güzel kafa boşaltıyoruz. Hafta sonlarında yeşilin içinde yürümek ya da bir su kenarında oturmak çok sakinleştirici oluyor. Su akar, deli bakar misali.... Bunun yanı sıra, sevdiğimiz müziklerin, filmlerin kitapların, görsellerin içinde kaybolmak da bize çok iyi geliyor. İnternette sevdiğimiz görsel/sanat bloglarını gezerek hem eğleniyoruz ve besleniyoruz, hem de dinleniyoruz.Pınar: Ben Pazar günleri Feriköy pazarında aheste aheste gezip, saatlerce tezgah karıştırarak da başka bir dünyaya gidebiliyorum. Ama en enerji yenileyen aktivitemiz ‘her şeye yetişmenin’ sadece bir mit ve gerçekdışı olduğunu hatırlamak da olabilir tabi ...
“Man and technology” koleksiyonunuzda teknoloji yüzünden modern zombiye dönüşen bizleri eğlenceli bir şekilde anlattınız. “Onla da olmuyor, onsuz da” diyenlerden misiniz yoksa teknolojiye dur diyebilenlerden mi? Koleksiyonlarınızda teknolojiyi ne kadar kullanıyorsunuz?
Teknolojiye dur demek ne mümkün... O yüzden elimizden geldiğince ayak uyduruyoruz, ve hayatimizi kolaylaştırmak için kullanıyoruz. Ama teknoloji halen bize ‘doğal’ gelmiyor. Netice itibari ile ilk ‘e-mail’ hesabını üniversite yıllarında edinmiş gruptanız... ağzında emzik, pusetinde akıllı telefonlarla oynayan jenerasyondan değil..O yüzden çizimlerimizi elde yapmayı tercih ediyoruz. Bize bu şekilde yaptığımız desenler daha samimi ve organik geliyor. Ama üretim aşamasında teknolojinin nimetlerinden son noktasına kadar yararlanıyoruz. İstediğimiz ürün kalitesine ancak bu şekilde ulaşabiliyoruz.
Karakterlerinizi yaratma süreci ne kadar sürüyor? Bir amigurumi ne kadar sürede örülüyor?
3D karakterlerin ilk prototiplerini elde biz hazırlıyoruz. Birinci örneğin örülmesi, karakterine göre 4 ile 8 saat kadar sürebiliyor. Sonrasında üretim de elde yapılıyor tabi, ama ekibin eli alışınca, süre kısalabiliyor. Ama ortalamada en kısa süreni 3 saat alıyor.
Dışardan almaya en çok ihtiyacınız olan profesyonel destek nedir? Ve sizce gelecekte ne olacak?
Şu ana kadar dışarıdan web tasarımı gibi konularda destek aldık. Ama ileride PR ve pazarlama konularında da destek almayı istiyoruz, özellikle daha az tanıdığımız yurt dışı pazarlarında.
Rumisu kullandıklarında müşterilerinizde harekete geçmesini istediğiniz duygu ne?
Müşterilerimizi Rumisu’larını kullanırken gülümsetebiliyorsak ne mutlu bize. Hikayelerini anlattığımız konular bazen ciddi bile olsalar, Rumisu’nun dilinin çocuksu, esprili ve eğlenceli olmasını ve insanları güldürebilmesini istiyoruz. Zaten kendi karakterlerimiz ve doğamız gereği de ortaya çıkan desenler genellikle kendiliğinden bu şekilde ortaya çıkıyorlar.
İnsan kendi yarattığı güzelliklerin içinden seçim yapamaz elbet ama, sizin gönlünüzde taht kuran bir Rumisu var mı :)
Markalara da Turist Gelir, Hatta Göçmenler de
Güçlü markalar herkesin aşina olduğu güçlü sembollerdir. Peki ya elde tutulan o Dolce&Gabbana torbasının içinde bambaşka şeyler varsa? Ya bu kişi Dolce&Gabbana mağazasına hiç uğramamışsa? Yine de bu markaya hizmet edebilir mi?
Güçlü markalar herkesin aşina olduğu güçlü sembollerdir. Örneğin Chanel’in ikonik logosu, alışverişte elde tutulan bir Dolce&Gabbana torbası insanların bu markalar üzerinden mesajlar vermesine olanak tanır. Peki ya elde tutulan o Dolce&Gabbana torbasının içinde bambaşka şeyler varsa? Ya bu kişi Dolce&Gabbana mağazasına hiç uğramamışsa? Yine de bu markaya hizmet edebilir mi?
Bu konuyla ilgilenen, (hatta kendisi de İtalyan olan) Harvard üniversitesi mezunu Silvia Bellezza, Marka Turizmi kavramını tanımlamış ve üzerinde çalışmıştır. Lüks ve ayrıcalıklı markalar öncelikle kendi vatandaşlarına sahip, yani kendi müşterilerine. Prada çanta alan müşteriler, Lomo satın alıp kullanan gençler bu markaların vatandaşları sayılabilir. Ancak bu markalar hem Marka Turistlerine hem de Marka Göçmenlerine sahiptir. Marka turistleri, bir markanın ana ürünleri dışında birşeylerine sahip olan kişiler, örneğin sadece dil kursuna gidip Harvard yazılı sweatshirt giyen kişiler. Örneğin cep telefonunda Lomo filtresi kullanıp #lomography tagi koyan kullanıcılar… Bu kullanıcılar asıl markalara zarar vermektense onları tanıtmakta ve markanın gücüne yaymaktalar. Ayrıca asıl müşterilerin gözünde bir tehdit de oluşturmuyorlar. Sonuçta turistler…
Ancak Marka Göçmenİeri bu marka ile etkileşimleri sınırlı olduğu halde kendilerini bu marka topluluğuna ait görürler. Örneğin Harvard’dan sadece uzaktan eğitim yoluyla sertifika alan bir kişinin cv’sine Harvard yazması bir göçmen davranışı örneği olarak tanımlanmış. Ya da Prada yazılı tanıtım amaçlı bir anahtarlık kullanıp kendini Prada müşterisi olarak sergileyenler. Bilimsel çalışmalar bu grup kullanıcıların markaya zarar verdiğini ve markanın asıl müşterilerinin, yani vatandaşlarının bu gruba hiç sıcak yaklaşmadığını gösteriyor.
Kore’de yaygın bir trend olan pahalı markaların alışveriş torbalarının pazarlarda 30$’a varan fiyatlara satılması** bu kavramları daha da gündeme taşımış. Normalde Prada / Marc Jacobs ürünler alamayan kadınların bu torbalardan alıp kullandıklarında asıl müşterilerin gururunun kırıldığı ve markanın prestijinin düştüğü ölçümlenmiş. Aynı trend uzun yıllar önce Bağdat Caddesi’nde gece tezgahlarında ünlü lüks marka torbalarının satılmasıyla baş göstermişti. Peki taklit ürün kullanımından çok daha farklı ve bazı koşullarda çok daha zararlı olabilecek bu olguyu kontrol etmek için lüks markalar neler yapıyor? Marka Göçmenlerinden ziyade kendilerine hayran ve zararsız olan Marka Turistlerine yatırım yapıyorlar. Heineken müzesi, Louis Vuitton müzesi, en ünlü üniversitelerin açtıkları Coursera çevrimiçi dersleri ve sertifikaları bu önlemlere bazı örnekler.
* Bellezza, S., & Keinan, A. (2014). Brand Tourists: How Non–Core Users Enhance the Brand Image by Eliciting Pride. Journal of Consumer Research,41(2), 397-417.
** Used Chanel Shopping Bags Selling For Up To 200 Yuan (US$31) On Taobao, https://jingdaily.com/chinese-luxury-shoppers-do-brisk-business-selling-paper-shopping-bags-online/
Dünyada Söz Sahibi 15 Moda Şehri
Moda başkentleri New York, Londra, Paris ve Milano olsa da moda dünyasını etkileyen, yenilikler getiren ve umut vaadeden 15 şehrini tanımaya ne dersiniz?
Moda endüstrisi her geçen gün daha global olurken ve dünyanın dört bir yanında tasarımcılar çıkarken takip etmemiz gereken şehirleri sadece New York, Londra, Paris ve Milano'yla kısıtlamak yanlış olur. Tüm bu hızla değişen moda sektöründe bu 4 büyük şehrin yanı sıra tasarımcılarıyla, sokak kültürüyle hayat veren şehirleri sıraladık.
Melbourne
Melbourne’un gelişen, yaratıcı altyapısı şehri Avustralya’nın en önemli stil ve moda merkezlerinden yapıyor. Şehrin yerel markaları Avrupa ilhamlı bir estetik anlayışına sahipken bir çok yerel perakendecilerde de aklınıza gelebilecek her türlü marka Avustralya pazarına tanıtılıyor. Sneakerboy adlı markanın başlattığı teknolojiyle iç içe, stok sisteminin olmadığı bu inovatif iş modeli dünyaya Avustralya'dan yayıldı. Diğer bir Avustralya markası olan P.A.M. ise açtığı flagship mağazalarıyla ülkenin moda severleri tarafından kült bir isim oldu bile. Moda dışında Melbourne’un Aesop’u üst kalite cilt bakım ürünleriyle hem Avustralya pazarını domine ediyor, hem de diğer pazarlarda büyümeye devam ediyor. Avustralya’nın imajı çoğu kişi için belki plajlardan ibaret olsa da, Avustralya’dan- özellikle de Melbourne’dan önümüzdeki zamanlarda moda anlamında harika fikirler çıkacağını bekliyoruz.
Mağazalar:
Sneakerboy, Assin, P.A.M., Incu
Tasarımcılar/Markalar:
P.A.M., Chronicles of Never, Kloke
Amsterdam
Hollanda kültürel olarak benzerlik gösterdiği ülkelerle çevrilmiş, küçücük bir ülke olsa da ülkenin başkenti Amsterdam street style anlamında tam tersi bir durum sergiliyor. Patta adlı efsanevi sneaker markasına ev sahipliği yapan Amsterdam aynı zamanda da Filling Pieces ve ETQ adlı başka sneaker markalarının da evi. Erkek giyim konusunda ise Daily Paper ve Olaf Hussein şehrin yükselmekte olan markalarından. Amsterdam aynı zamanda da Avrupa’da hızlı modanın yükselen kentlerinden- G-Star, Raw ve Scotch& Soda gibi markalar aşina olduğumuz Amsterdam çıkışlı isimler. Tüm bu yükselişte olan markaların yanı sıra Amsterdam Avrupa’da özgün street style konusunda güçlü şehirlerden.
Mağazalar:
Patta, Sprmrkt, 290sqm, Four by Azzuro
Tasarımcılar/ Markalar:
Patta, Filling Pieces, ETQ, Olaf Hussein, Daily Paper
Moskova
Rusya'nın başkenti Moskova, halen aklımızda soğuk kışlar ve komünizmle özdeşleşmiş olsa da şehirde farklı altkültürlere ve teknolojiye odaklı durmadan gelişen bir gençlik var bu da şehrin moda ekosistemini önemli ölçüde besliyor. Moskova için doğu ve batının birleştiği şehir de diyebiliriz; son zamanlarda şehirde müzik ve kaykay kültürü hiç olmadığı kadar zenginleşti. Tüm bunlar olurken de Gosha Rubchinskiy street style ilhamlı koleksiyonlarıyla uluslar arası platformlarda gittikçe adından daha fazla söz ettiriyor. Şehirdeki FOTT ve KM20 gibi lüks perakendecileri, lüks modayı seven kitleyi batılı estetik ve Rus değerleriyle birleştiriyor. Moskova şu anda moda şehirleri konusundaki önceliklerinizden olmayabilir ama şehrin yenilikçi ve sıradışı gençlik hareketleri ve tasarımcılarıyla göz atmanız gerekenlerden.
Mağazalar:
Fott, Svmoscow, KM20, Kixbox, Brandshop
Tasarımcılar/Markalar:
Gosha Rubchinskiy, Grunge John Orchestra, Explosion, Sputnik 1985, August Institute.
Vancouver
‘Made in Canada’- yani Kanada’da imal edildi damgası yıllardır kaliteyi simgelemiştir ve Vancouver şehri de yıllar boyunca Canuck markalarına ev sahipliği yapmıştır. Pasifik Okyanusu ve Kuzey Kıyısı Ormanları arasında çevrelenmiş Vancouver aslında bir çok markaya sahip. Reigning Champ, Arc’teryx, Herschel Supply Co. bunlardan yalnızca bazıları. Kanada, komşusu Amerika tarafından gölgelenmiş olsa da bu, onun yeni çıkış yapan tasarımcılar ve markalar çıkarmasına engel olamıyor.
Mağazalar:
Haven, Roden Gray, Livestock, Neighbour, Stussy Vancouver
Tasarımcılar/Markalar:
Reigning Champ, Arc’teryx, Herschel Supply Co, Wings + Horns, Native Shoes, Viberg.
Berlin
Berlin’in stili uzun zamandır özgünlük ile iç içe geçmişti; Punk ile olduğu kadar şu anki gelişen minimalist estetik anlayışıyla da Berlin, Avrupa’nın street style anlamında en zengin şehirlerinden. Mercedes-Benz Fashion Week Berlin’de Sadak, Simon Freund ve Hien Le gibi yükselen tasarımcılarla ve aynı zamanda da Bread&Butter moda fuarıyla da şehir kendi tasarımcılarına global platformda yükselmesi için şans veriyor. Voo, The Store ve Andreas Murkidis gibi concept mağazalar ve 032c ve Highsnobiety gibi dergiler de şehrin yaratıcı ve genç kültürünü besliyor. Berlin son yıllarda Avrupa’daki diğer şehirlere göre ucuz kiraları, rahat hayat tarzı ve yaratıcı atmosferiyle de dünyanın pek çok yerinden genç yetenekleri kendine çekiyor. Görünüşe bakılırsa Almanya’nın başkentini ilerki günlerde modanın yeni başkentleri arasında duyacağız.
Mağazalar:
Voo, Soto, Andreas Murkudis, Firmament, The Store, Civilist
Tasarımcılar/ Markalar:
Acronym, Mykita, Sadak, Hien Le, Simon Freund.
Antwerp
Belçika gibi böylesine ufak bir ülkede, modanın sınırlarını zorlayan Antwerp gibi bir şehrin çıkmasında büyük ölçüde şehrin ünlü okulu Royal Academy of Fine Arts Antwerp’in büyük rolü var. Martin Margiela, Dries Van Note, Ann Demeulemeester, Kriss Van Assche ve Dior’un geçmiş kreatif direktörü Raf Simons gibi isimleri mezun eden bu okulun, küçük Antwerp şehrine etkisi inanılmaz. Avant- garde tasarımcılarıyla ve lüks giyim concept mağazalarıyla Antwerp bizi şaşırtmaya devam ediyor.
Mağazalar:
Ra, Graanmarkt 13, Houben, Renaissance, Coccodrillo.
Markalar/Tasarımcılar:
Maison Margiela, Ann Demeulemeester, Raf Simons, Dries Van Note, Kris Van Assche, Walter Van Beirendonck, Dirk Van Saene, Dirk Bikkembergs, Marina Yee.
Stockholm
Moda, İsveç’in tasarım anlayışının en belirleyici branşlarından. Acne Studios ve Our Legacy gibi markalar bu İskandinav tasarım anlayışının öncülerinden. Hem minimalist lüks markalar hem de H&M gibi hazır giyim markaları ile birleşen şehrin sıradışı butikleri İsveç’i, Avrupa’nın stil anlamındaki öncü ülkelerinden yapıyor. Stockholm, İsveç’in genç tasarımcılarının gelişip açılabilmesi için adeta bir kuluçka merkezi.
Mağazalar:
Sneakersnstuff, Caliroots, C-Store, Nitty Gritty.
Markalar/Tasarımcılar:
Acne Studios, Our Legacy, Eytys, Stutterheim, Sandqvist, Triwa
Los Angeles
Moda, Amerika için her ne kadar New York olsa da yavaş yavaş batı kıyısına kaymaya başladı ve grafik tshirtler, flip floplar ve kot pantolonlar diyarı Los Angeles'da en güçlü adaylardan. Dünyadaki pek çok tasarımcının gözünü diktiği Melekler Şehri şimdiden Rodarte, Buscemi ve Joyrich gibi markaların merkezi oldu bile. Hedi Slimane ve Chiara Ferragni’nin bile yaşadığı bu şehrin rahat havası pek çok tasarımcıya ilham veriyor.
Mağazalar:
Union, Supreme, Maxfield, 424 On Fairfax, Flight Club, Wild Style, H. Lorenzo, Garbstore Case Study, Jason Markk, RTH, Undefeated, Mohawk General Store, Opening Ceremony.
Markalar/Tasarımcılar:
Joyrich, Fear of God, Undefeated, Odd Future, The Hundreds, Buscemi, Fuct, Stampd, Second/Layer, Chrome Hearts, Jogn Elliott+ Co, Apolis, Killspencer, The Elder Statesman, Diamond Supply Co., Huf.
Kopenhag
Moda şehirlerinin histerik trendlerinden ve lüks anlayışından uzakta, İskandinavyalı tasarımcıların merkezlerinden Kopenhag’da özellikle giyilebilir erkek giyimini ülkenin kültürel yapısı ve zevkli tasarım anlayışıyla birleştiren tasarımcılar mevcut. Yerel markaları Norse Projects, Wood Wood, Han Kjobenhavn ve Soulland ile Ciff fuarı birleşince Danimarka başkenti moda için ümit vaadededn şehirlerden biri konumuna geçiyor. Kopenhag, Paris , Londra ve New York gibi star statüsüne sahip olmayabilir fakat minimalistik tasarım anlayışıyla hepimizin gardrobuna birer parça eklemek istediği tasarımcılara evsahipliği yapıyor. Kopenhag, modanın trendlerinden uzak, minimalistik, ergonomik bir İskandinav tasarım anlayışı sergiliyor.
Mağazalar:
Norse Store, Storm, Naked, Streetmachine, Wood Wood, Le Fix
Tasarımcılar/Markalar:
Norse Projects, Soulland, Han Kjobenhavn, Wood Wood, Rains, Rascals, Elka Regntoj, Henrik Vibskov, Libertine Libertine, Mismo, Brand8, Won Hundred, Tonsure.
Milano
Milano şehri kalite ve Gucci, Prada, Versace, Missoni, Fendi, Moschino gibi lüks moda evleriyle özdeşleşmiş bir isim. Bu harika markalar modaya ve trendlere yön vermeye devam ederken hala yeni tasarımcıları ve markaları etkilemeye devam ediyor. Tasarımcılarıyla olduğu kadar şehrin ikonları da Milano’yu moda sahnesinin ön planına atıyor. Milano’nun lüks dünyasındaki yeri tartışılamazken, şehir özelikle de erkek pazarında gittikçe artan spor ve casual giyim akımında yerini kaybetme durumu yaşayacak mı diye kafamızda soru işaretleri var.
Mağazalar:
Antonioli, 10 Corso Como, Excelsior, Antonia, Stone Island, Slam Jam, One Block Down
Tasarımcılar/Markalar:
Gucci, Fendi, Prada, Moschino, Versace, Moncler, Bottega Veneta, Missoni, Marni, Marcelo Burlon County of Milan, Retrosuperfuture.
Seoul
Güney Kore, Japonya ve Çin’in gölgesi altında kalmış bir ülke gibi gözükse de, bu onun ilham veren ve gittikçe gelişen bir moda ekosistemi yaratmasının önüne geçemedi. Seoul, şu sıralarda Juun, J.D. Gnak ve Wooyoungmi gibi önemli lüks üretimleri yapıp ihracat yapmaya başladı. Batının moda anlıyışını kendi doğu kültürlerine göre yorumlayan Seoul’da Pitti Uomo’yla rekabete başlayan fuarlar ve dinamik bir moda kültürü var. En sıra dışı kıyafetler bile Kore’li ünlüler tarafından Tv’lerde giyilip, tanıtımı yapılmaya başlanınca, Seoul sokak kültürü de filmler, ünlüler ve şehirdeki altkültürlerin etkisiyle kendine özgü bir halde gelişiyor. Seoul moda haftası henüz 12 yıldır gerçekleşse de, şehir dikkatinizi vermeniz gereken şehirlerin başında geliyor.
Mağazalar:
10 Corso Como Seoul, Kasina, Beaker, Boon the Shop, Rare Market, Manhattans.
Markalar/Tasarımcılar:
Juuun, J.D. Gnak by Kang. D., Liful, Wooyoungmi, IISE.
Londra
İngiltere’nin dünyaya kültürel etkisi her zaman ülke olarak kapladığı yüzölçümünün çok üstünde olmuştur ve ülkenin moda endüstrisi de bundan en çok etkilenen sektörler arasında. J.W. Anderson, Craig Green ve Nasir Mazhar gibi Londra’lılar global moda dünyasını kültür, ırk ve cinsiyet konularındaki görüşleriyle işgal etmiş durumda. Street style’a baktığımızda ise şehrin gençleri vintage parçalar, sneakerlar ve spor giyim öğeleriyle birleşen kendine özgü stilleriyle İngiliz sokak modasını dünyaya duyuruyorlar. Londra’nın belki hala Paris ve New York gibi şehirlerin önüne geçmesi için vakti var ama her yıl düzenli gerçekleşen London Collections Men ile hem yeni, genç tasarımcıların önü açılıyor hem de sıradışı Londra sokak modasıyla şehri dünyadaki erkek modasının en ilgi çekici yerlerinden biri haline geliyor.
Mağazalar:
Goodhood, Dover Street Market, Palace Skateboards, LN-CC, Selfridges, Harrods, Liberty, Supreme, Maharishi, Garbstore, Slam City, Present, Hostem, 1948 NikeLab, Machine-A, Foot Patrol, Stone Island.
Markalar/Tasarımcılar:
Nasir Mazhal, J.W. Anderson, Craig Green, Astrid Andersen, Cottweiler, Palace Skateboards, Grind, Copson, Alexander McQueen, Burberry, Belstaff, Fred Perry, Lee Roach.
Tokyo
Japonya’nın kendine özgü kültürü, Tokyo’yu dünyanın hem en sıra dışı hem de en büyüleyici şehirlerinden biri yapıyor. Böyle olunca da şehrin kendi moda ekosistemini oluşturup, markalar çıkarmaması neredeyse imkansıza yakındı. Bape, Wtaps, Neighbourhood gibi markalar globalde kendi egzantrik sokak giyim temalarını sunuyorken Comme des Garçons da günümüzün en avant-garde parçalarını yaratıyor. Pool, United Arrows ve Dover Street Market Ginza gibi perakendeciler sıradışı deneyimler yaratarak hem Japon hem de uluslararası tasarımcılara ilham veriyor. İlk bakışta fark etmesi zor olsa da Tokyo modanın en sıradışı ve ilginç şehirlerinden.
Mağazalar:
Dover Street Market Ginza, United Arrows, The Pool Aoyama, Supreme, Kinetics, Atmos, F.I.L, GIP-STORE, BEAMS, GYRE, BAPE.
Markalar/Tasarımcılar:
Comme des Garçons, Neighbourhood, Wtaps, Fragment Design, Visvim, Undercover, The North Face Purple Label, Nanamica, Hender Scheme, Bape, C.E., Bedwin & The Hearthbreakers, Ambush, Christian Dada, Samurai Jeans, Porter, Sophnet., Uniform Experiment, Yohji Yamamoto, Junya Watanabe, Julius.
Paris
Paris’in yüksek modadaki mirasının yeri moda dünyasında tartışılamaz ve şehrin moda haftası en prestijli etkinliklerden. Şehrin efsanevi tasarımcıları Louis Vuitton, Dior, Givenchy, Saint Laurent, Hermes, Balenciaga ve Balmain. Raf Simons, Rick Owens ve Junya Watanabe gibi bazı avant-garde tasarımcılar da Parisli olmamalarına rağmen koleksiyonlarını burda sergilemeyi tercih edenlerden. Bütün bu ışıltı ve görkemin ötesinde yeni doğan Ami, Etudes ve Maison Kitsune gibi markalar ise inovatif dokunuslarla Parizyen modasını geliştirmeye devam ediyorlar. Gerçekleşen bir sürü moda showları ve fuarların da Paris’e etkisi büyük. Pigalle hariç, Paris yerel streetwear markalarının eksikliğini çekiyor olsa da yüksek/alt trendler hiç bir şekilde yavaşlama sinyalleri göstermeyerek bu lüks moda evlerini ve Paris'i ilham kaynağına çevirmeye devam ediyor.
Mağazalar:
Colette, Pigalle, Starcow, Le Bon Marche, Printemps, L’eclaireur, Centre Commercial, French Trotters, The Broken Arm, Merci.
Markalar/Tasarımcılar:
Maison Margiela, Rick Owens, Louis Vuitton, Dior, Etudes, Maison Kitsune, Ami, A.P.C., Pigalle, Givenchy, Hermes, Lanvin, Balenciaga, Balmain, Saint Laurent, Kenzo, Larose.
New York
Bu listeyi kapatan şehrin hip-hop, graffiti kültürü ve sokak giyimini doğuran New York olması hiç de şaşırtıcı değil. New York dünyadaki bütün şehirlerden daha çok streetwear markası çıkarmıştır; Supreme ve Alife gibi klasiklerin yanı sıra Alexander Wang, Opening Ceremony ve Public School gibi modern vizyonerler de şehrin canlılığını ayakta tutuyor. New York moda başkentleri listesine sokan sadece markalar değil; şehrin bu güne kadar sayısı estetik, altkültür ve akıma evsahipliği yapması. New York moda haftası tüm moda dünyasının en önemli etkinlikleri arasında ve erkek giyimin daha casual bir hale dönüşmesi yani değişimi tamamen New York çıkışlıdır.
Mağazalar:
Dover Street Market NY, Supreme, Kith, Gentry, Vfiles, Opening Ceremony, NikeLab 21M, Alife Rivington Club, Flight Club, Atmos, Barneys New York, DQM, Flight 23, Nepenthes, Reed Space, Oak, Bergdof Goodman, Saks Fifth Avenue, Kinfolk.
Markalar/ Tasarımcılar:
Supreme, Kith, Alexander Wang, Public School, Thom Browne, Alife, Icny, Staple, 10. Deep, Mishka, Proper Gang, Rag& Bone, Hood by Air, Aime Leon Dore, Engineered Garments, Ssur, 3.1 Philip Lim.
* Bu yazı bir çeviridir. Orjinali için tıklayınız.
Nasıl moda şehri olunur?
Moda şehri olmak oldukça karlı. Paris, Milano, Londra ve New York moda sektörünün öne çıkan şehirleri. Peki onları moda şehri yapan özellikleri neler?
Bu sözler moda dünyasının devi Giorgio Armani’ye ait. Milano moda haftası onuruna Başbakan Matteo Renzi ve Milano belediye başkanı’nın verdiği yemeğin sonuna gelinmesini beklemeden salonu terkeden Giorgio Armani, salondan çıkarken gazetecilere protestosunun nedenini böyle açıklayacaktı. Milano’nun bir sembolü olmuş, şehri tüm dünyada temsil eden Giorgio Armani, belediyenin şehirde yaptığı değişikliklerden şikayetçiydi ve kızgınlığını gazetecilere şu sözlerle anlatıyordu “Burada durmayacağım. Çalışmaya gidiyorum”.
Temmuz ayında Milano Moda haftasının kapanışını artık yapmayacağını ve Emporio Armani defilesini Paris’te yapacağını açıklayan Giorgio Armani, bu kararına rağmen geçen sene 50 Milyon harcayarak eski Nestle fabrikasını Silos isimli bir arşiv/müzeye dönüştürdü ve şehre yatırım yaptı. Armani’nin bu kararı çok önemliydi, çünkü kapanış defilesi çekici olduğunda önemli moda şahsiyetleri onu bekliyor, olmadığında şehri önceden terkedip Paris’e yollanıyorlardı. Armani bir açıdan gücünü Milano şehrine mesaj vermek için kullanıyordu.
Moda sektöründe çalışanların tüm ayını dolduran, şehirden şehire gezdiren, bazen fotoğraflanma yarışına sokan bazen de yorgunluktan yataklara düşüren moda ayında öne çıkan dört şehir, sırasıyla New York, Londra, Milano ve Paris, yıllar içinde kendi karakterlerini yarattı. Bu şehirler defileler, etkinlikler, sektör profesyonelleri ve tüm dünyadan gelen bloggerlar ile renklenerek kendilerini hem moda ve alışveriş merkezi, hem de turistik bir değer olarak öne çıkarmaya çalışıyorlar. Daha doğrusu “kişilerin içinde görüntülenmek isteyeceği şehir” olma kavramına oynuyorlar.
Yıllardır süregelen yaratıcılık yarışında yerlerinden olmak istemiyorlar elbet, fakat şehirler arasındaki rekabet artık defilelerin ötesinde, bir deneyim ve altyapı rekabeti. Ve bu deneyim, sadece moda ayında değil yılın her günü yaşanıyor. Belirtmeden geçmeyeyim, moda şehri olmak oldukça karlı, bu kar için de şehirlerin tasarlanması lazım. Rakamlarla anlatmam gerekirse 2015 verilerine göre moda haftalarının New York şehrine getirisi 900 milyon dolar civarında, Paris'e ise 430 milyon dolar.
Nasıl moda şehri olunur?
London College of Fashion’ın direktörü Frances Corner’ın da dediği gibi modanın bir “ekosistem”e ihtiyacı var. Başarılı olan her moda ekonomisinde bu ekosistem tutkulu oyunculardan oluşuyor ve bu oyuncular aynı anda hem oyun kurucu hem de birbirlerinin sadık takipçisi. Modanın gelişmesi için bir şehre de ihtiyacı var. Ancak bu şekilde moda sürdürülebilir bir gelişme için ihtiyacı olan izleyici kitlesine ve yaratıcı enerjiye kavuşabilir.
Tartışmasız moda şehirleri olmayı başarmış Paris, New York, Londra ve Milano’yu moda şehirleri haline getiren ortak özellikleri neler peki? Aşağıda kendi fikrimi kısaca özetlemek istiyorum.
Mesleklerin varolması ve korunması
Tarihe baktığımızda Paris modanın meslek olarak doğduğu ve bir ticari güç haline geldiği ilk şehir. Diğer şehirlerden çok önce, 1868 yılında Federation Francaise de la couture kuruldu. 1910’da da Chambre Syndicale de la Couture Parisienne kuruldu. Bu kurumların amacı Paris’te gelişen tasarım kültürünü korumak ve mesleki becerileri geliştirirken aynı zamanda kaliteyi bozmamak adına kontrol altında tutmaktı. Kısaca, Paris ne herkesin modacı olmasını, ne de diğer ülkelerin ondan tasarım çalmasını istiyordu. Gücünü içeride tutmayı hedeflemişti. Mesleklerin varolması ve korunması bir moda ekosistemi için vazgeçilmez koşul. Mesleklerden kastım sektörü ayakta tutan her iş dalı, modelistlikten kumaş tasarımına, stilistlikten satın almacılığa, fotoğrafçılıktan editörlüğe her meslek için imkanlar oluşmalı ve bu mesleklerin uzmanlık standartlarını belirleyen ve koruyan kuruluşlar olmalı. New York şehrinin nüfusunun yüzde 5'inin moda sektöründe çalıştığını biliyor muydunuz mesela? Moda şehri demişken... evet New York gerçek bir moda şehri.
Yeteneğin bulunması, gelişmesi ve desteklenmesi:
Bir moda şehri sadece yetiştirdiği değil, aynı zamanda ekosisteminde tutabildiği yetenekler kadar güçlüdür. Business of fashion’ın yayınladığı en iyi 50 moda okulu listesinin ilk üçünde 2 okul Londra’dan. Bu bir tesadüf mü? Kesinlikle değil. Londra hem verdiği eğitimle hem de yarattığı destek ekosistemi ile yeteneklerini geliştirmek ve elinde tutmak amacıyla çalışıyor. Biliyor musunuz? Efsanevi tasarımcı Alexandre McQueen kalıpçılık yaparken keşfedilip Saint Martins'e davet edilmiş, okul hayatına böyle başlamıştı. Yani bir okul öğrenci beklemekle kalmayıp, radarını her daim açık tutup, yetenekleri keşfetmeyi de kendine amaç edinmeli.
Moda tarihinin birçok öncü ismi, Central Saint Martins mezunu. British Fashion Council 1983 yılında kuruldu ve ülkenin en önemli moda okulları bu kuruluşa bağlı. Bu kuruluşun amacı İngiltere ekonomisine büyük katkısı olan (yaklaşık 40 Milyar dolar) moda ekonomisinin gelişmesini, tasarımcıların ve markaların global arenada temsil edilmesini ve eğitim ve tanıtım aktivitelerinin koordine edilmesini sağlamak. Londra'nın hızla gelişen moda endüstrisinin bir nedeni de bu kuruluş.
Müzeler ve kültürel aktiviteler:
Tüm moda başkentleri kendileri ile özdeşleşmiş müzelerle anılırlar. Londra’nın V&A’yi, New York’un MET’i, Paris’in Musee Galliera’sı, Les Arts Decoratifs'i sadece birkaç örnek. Bu şehirlerin her birinin yıllık moda sergisi takvimi vardır. Her birinde kostüm tarihi, ve kostüm müzeciliği gelişmiştir. Kuratörlükten arşiv yönetimine, bu alanda eğitimler ve iş fırsatları vardır. Sadece moda kitapları satan kitapçılar bulmaktan bahsetmiyorum bile. Bu şehirlerde moda ailelerin pazar günlerini müzede geçirmelerini sağlayacak kadar sağlam bir yeri kendine garantilemiştir.
Modanın müzelere girmesinin tek faydası markaların normalde müşterileri olmayan bir kitleye ulaşmalarını sağlamak değil (düşünürseniz bir müze bileti fiyatına bir markanın dünyasını keşfedebiliyorsunuz), aynı zamanda şehirlerin kendi moda kültürlerini dünyaya tanıtma ve markalarını ulusal değer olarak öne çıkarma yolu.
En son gittiğim sergi 1864'te kurulan Les Arts Decoratifs'deki "Fashion forward: 3 centuries of fashion", şu ana kadar gördüğüm en görkemli ve kapsamlı moda sergisiydi. Sergilenen 300 kıyafet müzenin 150.000 parçalık koleksiyonundan modanın 17. yüzyıldan bugüne görsel tarihini anlatmak için seçilmişti. Serginin tasarımında Paris Opera'sı da yer aldı ve mankenlerin duruşundan ışığın yansımasına kadar müze kuratörlerine danışmanlık verdi. Sergi Musee des Arts de la mode (Kostüm sanatları müzesi)'un kuruluşunun 30. yılı şerefine açılmış ve Pierre Berge gibi şehrin önde gelen simaları sponsor olmuştu.
Alışveriş deneyimi:
Paris’in gözbebeği Le Bon Marche’ 1838’de kuruldu. Bugün adının aksine lüks markaları barındıran bu departman mağazası gibi Londra’nın, New York’un ve Milano’nun da kendi alışveriş DNA’ları var. Londra’da genç, sokak stilinden beslenen, dinamik, yenilikçi ve dijital dünyaya ayak uyduran bir alışveriş kültürü öne çıkarken, Milano diğer şehirlerin aksine sokaklardaki bağımsız çok markalı butikleri ile öne çıkıyor, öyle ki Milano’nun sembolü ünlü Galleria Vittorio Emanuele 1870’lerde inşa edilmişti ve günümüzde en eski alışveriş merkezlerinden biri sayılıyor. New York mu? New York ve genel olarak Amerika, oldu olası uygun fiyata alıverişin merkezi olarak anılıyor. Her şehir kendine özgü mağazaları ve alışveriş deneyimiyle farklılaşıyor. Selfridges dediğimizde aklımıza kuşkusuz Londra geliyor. Saks denince New York. Bu mağazalar, sadece kendi yarattıkları müşteri deneyimini değil, aynı zamanda da içinde bulundukları şehrin kültürünü aklımıza getiriyor.
Şehre özgün bir stil ve
onu temsil eden özgün markalar
Bir şehrin moda şehri olması için kuşkusuz kendinden doğan, kendi içinde gelişen ve beslenen, aynı zamanda büyüyüp ekonomik bir güce dönüşen markalara ihtiyacı var. Bunun üzerini çizmek istiyorum, yetiştirmek yetersiz, gelişim için gereken ekosistemi yaratmak önemli.
Buna en güzel örneklerden biri Mary Katrantzou. Atina doğumlu Katrantzou Amerika'daki mimarlık eğitimini terkedip Londra'da Central Saint Martins'de moda tasarımı okumaya karar veriyor. Central Saint Martins'in mezunlarının defileleri sektör tarafından merakla beklenir, Katrantzou da bu defileyle başlayan kariyerinin ilk yıllarında British Fashion Council tarafından verilen altı sezonluk sponsorluk desteği ile bugünkü sağlam temelli markasını kurdu. Kendisi de itiraf ediyor, "Atina’da kalıp oradaki moda haftasına katılarak ne marka olabilirdim ne de dünya beni tanırdı".
Üretim gücü
Üretim gücü her sektör için kritik bir faktör. Fakat moda şehri olabilmiş şehirlerde, tasarım ve üretim gücünü birleştirme becerisi kuvvetle öne çıkıyor. Örnek vermem gerekirse, İtalya’da defileler ilk olarak 1950’lerde Floransa’da yapılmaya başlandı. O dönemde hem Floransa hem Roma, moda şehirleri olarak öne çıkıyordu. Milano’nun ismi henüz listede yoktu. Milano’nun bir inovasyon ve üretim merkezi olması, aynı zamanda şehir olarak altyapısının gelişmiş olması, tasarım merkezi olan Floransa’daki yetenekleri kendine çekmesine neden oldu. 60’ların sonunda Milano İtalya’nın moda başkenti olmuştu. Aynısı New York için de geçerli, moda tarihini başlatan kişi sayılan Charles Frederick Worth’dan beri New York Paris’ten tasarım satın almış ardından bunları üretip departman mağazalarında satmıştı. Ta ki dünya savaşı kıtalar arası ulaşımı sekteye uğratana kadar. Dünya savaşı sırasında Avrupa’ya gidemeyen satın almacılar, zaten çalışamayan ve üretemeyen Paris’li tasarımcılardan çizim alamadılar. New York moda haftasının 1943 yılında, tam 2. Dünya savaşının göbeğinde başlaması bir tesadüf olamaz. New York üretimin yanında tasarım yapmak zorunda kalmıştı, ve bu şekilde bugünkü özgün moda şehri konumuna kavuştu. New York üretimi şehrin göbeğinde yapan belki de tek moda şehri, 5th Avenue (Garment district) diye de bilinen üretim bölgesi işçi kıyafetleri dikerek başlayıp zaman içinde Amerika'lı tasarımcılar için bir üretim gücü haline geldi.
Dinamik şehir kültürü
Yazımın başında belirtmiştim, "Görüntülenmek isteyeceğimiz şehir" kavramını. Sokak stili ve günlük hayattan çekilen kareler sosyal medyada bir şehrin görsel panosunu hazırlıyorlar sanki. Bu panonun global bir kitlenin kendini içinde görmek isteyeceği bir dünya yaratması çok önemli. Moda haftalarında koşturan bloggerların her şehir için farklı stiller yaratmasının nedeni de bu; şehrin kendi resmi içinde ahenkli durabilmek.
Belki de yıllar içinde Milano'nun en çok sıkıntı çektiği konu bu oldu. Editörlerin yıllarca söylendiği, hatta Anna Wintour şehirde kalmak istemediği için moda haftasının kısaltıldığı dönemler oldu. Bunun nedeni şehrin sunduğu kültürel etkinlik, sosyal hayat, parti, yemek ve kendi yerel ruhunun yeteri kadar etkileyici olmamasıydı. Milano moda haftasında Dolce Gabbana'nın Via Montenapoleone'de yaptığı akşam yemeği bu eleştirilere bir meydan okuma olmasın?
"Moda şehri olmak" sözünü sıklıkla duyuyoruz. Bu yazıda moda şehri olmanın anlamını özetlemek istedim. İstanbul moda haftası çok yakında başlıyor. Bir diğer yazımda İstanbul'un yeri ile ilgili yorumlarımı yapacağım.
O zamana kadar sizlerin de görüşlerini almaktan mutluluk duyarım. Sizce İstanbul bu kriterlere göre ne konumda?