Orsola de Castro'yla Omuz Omuza Modayı Onarmak
[su_spacer]Dünyanın en yaygın moda aktivizmi hareketi olan Fashion Revolution’ın kurucularından Orsola de Castro ateşli bir aktivist. Konuşurken ses tonunun yükselip alçalışları, beden dilinin canlılığı ve bazı sözcükleri üstüne basa basa söyleyişi içinin kıpır kıpır olmasıyla ilgili. Bu coşkulu halinin, toplumda değişim yaratma isteği ve inancına bağlı olduğunu düşünüyorum. Hem sözünü ettiğim bir liderlik vasfı değil. Anlatımında “Hadi gel koluma gir; hep beraber dünyayı dönüştüreceğiz,” tavrı seziliyor.De Castro’nun dayanışmacı ve mücadeleci ruhu, kısa süre önce yayımlanan Loved Clothes Last: The Joy of Repairing, Rewearing and Caring for Your Clothes adlı kitabında da kendini gösteriyor. Ona kulak verdiğinizde moda sistemini değiştirmek için harekete geçmeniz an meselesi. Sizi bu kitabı yazmaya iten ne oldu? İnsanlara modayı deneyimlemenin ve giysileri sevmenin başka yolları olabileceğini mi göstermek istediniz? Evet, tam olarak bunu yapmak istedim. Bir edebiyat ajanı Instagram’dan benimle iletişime geçip giysilerin onarımı hakkında bir kitap yazmaya sıcak bakıp bakmadığımı sorana dek bu konu hiç aklımda yoktu. Doğrusunu isterseniz onarma konusunda çok da kötüyüm. Bu yüzden ona nasıl onarım yapılacağını değil de, neden onarım yapılması gerektiğini anlatan ve bunu gerekçelendiren bir kitap yazmayı önerdim. İşte her şey böyle başladı. Sürdürülebilir modayla değil, modayla ilgili bir kitap olmasını istedim. Benim için moda, giydiklerimizden çok daha büyük bir mesele. Moda, tarih demektir; miras demektir. Feminizmle, ırkçılıkla ve sömürüyle ilişkilidir. Giysilerin onarımının nasıl yapılacağının yerine, neden yapılması gerektiğini anlattığınızı söylediniz. Bununla beraber moda endüstrisinin işleyişindeki aksaklıkları ve sömürü düzenini de ele aldınız mı?Elbette. Kitap daha ziyade sistemin onarımı üzerine. Her bölüm giysilerin onarımı, bakımı ve yıkanması hakkında tavsiyeler içeriyor. Kitabın ikinci kısmıysa tamamen politika, aktivizm ve çevrecilik temalarının etrafında dönüyor. Herkes oturup giydiklerini onaramaz. Kimileri belediyeyle beraber lobi faaliyeti yürüterek, yaşadığı yerde onarım tesisleri oluşturabilir. Kimileri çocuğunun okulundakilerle konuşarak, öğrencilerin kıyafetlerini onarmayı öğrenmelerini sağlayabilir. Dolayısıyla konu, sizin jean’inize ne yapabileceğinizle değil, toplum olarak herkesin jean’ine ne yapabileceğimizle ilgili. Öyleyse bireyseldense kolektif bir eylemden söz ediyorsunuz.Bence bireysel olanı keşfettikten sonra kolektife varıyoruz. Yani önce kendimizle başlayıp ardından müşterek sorunlara doğru hareket ediyoruz.Kitabınızda otobiyografik öğeler de var. Biraz onlardan bahseder misiniz?Kitabı yazmaya başladığımda ailem ve tasarımcılık kariyerimle ilgili bölümler kendiliğinden ortaya çıktı. Bunların sadece ilk taslakta yer alacağını, editörüm okuyunca hepsinin çıkarılacağını düşünmüştüm. Gelin görün ki hiç öyle olmadı. Sonunda kişisel yolculuğumun insanlar için daha ilgi çekici olacağına inandım. Çünkü yolculuğum pek o kadar politik değil. Tasarımcılıktan aktivistliğe uzanan yolu yavaş yavaş aldım. Günün birinde gözünü açıp dünyayı değiştirmeye karar verenlerden değilim. Bireysel düzlemde giysilere yaklaşımınızı değiştiren bir dönüm noktası oldu mu? Yıllar içinde giysilerle kurduğunuz ilişki değişti mi?Hiç değişmedi. Sabahtan akşama kadar kıyafetler üzerine konuşabilirim. Onlara bayılıyorum. Oldum olası kıyafetleri kesip biçmeyi ve değiştirmeyi severim. Kuzenlerim, en yakın arkadaşım, kızlarım ve oğlumla kıyafet değiş tokuş etmek çok hoşuma gidiyor. Kitabınızda ailenizin bir Noel geleneğini anlatıyorsunuz. Anneniz ve teyzenizin öncülük ettiği bu geleneğe göre, Noel alışverişi yerine Noel takası yapıyordunuz. Aktivistliğinizi ailenizdeki kadınlardan mı aldınız acaba?Yüzde yüz. Elbette onlar bunu aktivizm bilinciyle yapmıyorlardı. Yine de her açıdan onların bir mahsulü olduğumu düşünüyorum. Venedikli atalarım, 15. yüzyılda Venedik’e geldiklerinde ipek taciri olarak çalışmışlar. Teyzem terziydi; annem giysileri söküp yeniden dikerdi; anneannem tığ işi örerdi. Sahip olduğumuz giysileri ve aksesuarları birbirimize verdiğimiz Noel takasımız çok meşhurdu. Yalnız misafirimiz olduğunda ve onlar hediyelerin ikinci el olduğunu fark ettiklerinde bizim deli olduğumuzu düşünürlerdi. Aile yadigârları gençken de cazip geliyor muydu size? Genellikle gençliğimizde yeni giysiler giymeye ve son modayı takip etmeye daha çok önem veririz.Anne tarafım pek çok açıdan oldukça eksantrik ve orijinal. Onun için yetiştirilme tarzım hiç geleneksel değildi. Mesela gıcır gıcır bir Barbie bebeğim olmadı hiç. Canım yeni bir Barbie çekmişti elbette. Çekmez olur mu? Ancak farklı yetiştirilmenin bir şans olduğunun cidden farkındaydım. Büyük teyzemin çok sevdiğim bir broşu vardı. On altı yaşımdayken takaslarımız sırasında o broşa sahip olduğumda nasıl mutlu olduğumu hatırlıyorum.Moda artık çoğunlukla alışveriş yapmaktan ve yeni üst baş almaktan ibaret hale geldi. İnsanların moda algısını nasıl değiştirebiliriz? Sizce kitabınız bu konuda ne tür bir rol oynayacak?Hem hızlı moda markalarının hem de seri üretim yapan lüks markaların, tüketicinin karşısında daha güçlü bir pozisyona geçmesinin bir miladı var. Hepimiz katakulliye geldik. Benim kadar uzun süredir moda dünyasında çalışanlar buna ilk elden tanık oldu. Bunun özellikle reklamla ve iletişimle değiştiğini biliyoruz. Kültürel bir şey var ortada. Ancak bu kültür değişmeye başladı. Mesela kızlarımın kuşağındakiler için ucuza aldıkları bir kıyafeti birkaç defa giyip Depop’ta satmak gayet normal. Moda algımızı değiştirmenin tek yolu, markaların bize yaptığının aynını onlara yapmak. Ne yaptılar peki? Kasten estetiği değiştirerek, el yapımının güzelliğinin ve nadir olan bir şeyin kalitesinin yerine parlak ve yapay olanı koydular. Bunu iletişim, pazarlama ve üretim sayesinde bile bile gerçekleştirdiler. Çok doğru bir noktaya değindiniz. Lüks markalarda dahi son 10-15 yılda kalitenin değiştiğini görebiliyoruz aslında.Buna yürekten katılıyorum. Kitapta Gucci çantalarımı anlattım. Annem ve anneannemden miras kalan kırklı ve ellili yıllara ait Gucci çantalarımın yanında, doksanlarda evlendiğimde bana hediye edilen bir model var. Doksanlardakini ilk edindiğimde içinin fotoğraflarını çekip markaya göndermiştim. O zamanlar sosyal medya yoktu tabii. Onlara elimdekinin bir Gucci çanta olmadığını, anca pinti bir Gucci çanta olabileceğini söyledim. Anneanneminkinin içinde dört cep, bir zarf cep, kalem ve ruj gözü var. Anneminki gece çantası. Onun dışı tamamen el yapımı, astarı saten ve iki iç cebi var. Artık böyle çantalar üretilmiyor. 2013’teki Rana Plaza faciasının ardından Carry Somers’le birlikte kurduğunuz Fashion Revolution bugün dünyada 92 ülkede faaliyet gösteriyor. Moda konusunda toplumsal farkındalığı artırdığı halde anti moda bir duruşu yok. Bu sayede, sürdürülebilirlik ve tekstil işçilerinin çalışma koşulları gibi konularda insanları bilinçlendirebiliyorsunuz. Fakat aynı zamanda hızlı modaya bağımlılık, haddinden fazla üretim ve tüketim de artıyor. Bu şartlar altında mücadele vermek sizi zorluyor mu?Hayır zorlamıyor. Ne yalan söyleyeyim her şeyin çok çetrefil olduğunu düşündüğüm dönemin sonuna geldim artık. Çünkü o kadar da çetrefil değil. En zoru insanları durdurup düşündürmek. Ortada sömürüye dayalı, çevre kirliliği ve sosyal adaletsizlik konularında adı çıkmış bozuk bir sistem var. Esas itibariyle moda bu. El işi, miras ve endüstriyel zanaattan söz etmiyorum gerçi. Seri üretimin pazarlanması, bizlere aşırı tüketim ve harcama yaptırmak üzere kurgulandı. Sudan ucuz kavramının ortaya çıkması, bizim ödemediğimizin bedelini başkasının ödediği anlamına geliyor. Yani, doğa ve kıyafetlerimizi üretenler ödüyor bu bedeli. Şimdi yapmamız gereken, sisteme bakıp her şeyi sil baştan tasarlamak. Emin olun sandığınız kadar zor değil bu. Her şeye eşitlik perspektifinden bakarsanız zor olmadığını göreceksiniz. Mesela markaların CEO’ları ve sahipleri daha az para kazanmalı. En üsttekilerle en alttakiler arasında daha dengeli bir ilişki yaratılmalı. Sırf bu bile pek çok sorunu çözmeye yeter. CNN’e yazdığınız bir yazıdan alıntı yapacağım. Şöyle diyorsunuz: “Toplumumuzdaki derin eşitsizlik, haysiyet ve adalet eksikliği, ortaklaşa kullandığımız çevremizin korunması ve yenilenmesi konusunda kendimizi eşit ölçüde adamamızı önlüyor. Sürdürülebilirlik ve çevre hareketlerinin çoğu benim gibi beyaz, ayrıcalıklı, iyi niyetli kimselerin alanı olarak kalıyor.” Bunu dürüstçe ifade etmenizi çok gerçekçi buldum. Peki modadaki tüm sorunların kaynağının eşitsizlik olduğunu söyleyebilir miyiz?Esasında eşitsizliğin her konudaki sorunların kaynağı olduğunu düşünüyorum. Hatta bunu bir adım daha öteye taşıyarak asıl sorunumuzun patriyarka olduğunu iddia edebilirim. O zaman hem patriyarkayı hem kapitalizmi yıkmamız şart.Kesinlikle. Ben öfkeli bir feministim. Tüketicilere sınırsız seçenek sunan sistem, şimdi onlardan sürdürülebilir seçimler yapmalarını istiyor. Bu da akla, sürdürülebilirliğe bir trend muamelesi yapılıp yapılmadığı sorusunu getiriyor. Öte yandan, bireysel tercihlere yapılan vurgu, tüketicileri sistemin kendisini sorgulamaktan alıkoyuyor olabilir mi?Markalar tüketici talebi deyip duruyorlar biliyorsunuz. Elli dört yaşındayım ve bu yaşıma kadar bir dünya politik protestoya katıldım ama binlerce insanın sokaklara dökülüp “Ucuz giysi istiyoruz,” diye slogan atarak eylem yaptığına şahit olmadım hiç. Bakın biz ucuz kıyafet talep etmedik. Bu kıyafetler bizim üzerimize yığıldı; biz de bunlara bağımlı hale geldik. Bunu alkolizm gibi düşünebilirsiniz. Dolayısıyla markalar, verdikleri bu zararı ortadan kaldırmakla yükümlüler. Özellikle ucuz kıyafet üreten markalar, mağazalarına ucuza onarım seçeneği koymalılar. Hem sürdürülebilir modayı savunup hem de inanılmaz boyutta üretim yapmaya devam ediyorlarsa başka türlüsü kabul edilemez. Modanın ve etik olmayan modanın kuralları üzerine yeniden düşünmeliyiz. Çünkü markaların sattığı ürünlerin yüzde 99’unun etik olmadığını söyleyebilirim. Pazarın yüzde 97’si aşağı yukarı 40 büyük markanın hakimiyetindeyken etik ve sürdürülebilir markaların görünürlük bariyerini aşıp keşfedilmeleri zor. Pandemiyi fırsat bilip pazarı değiştirmek için elimizden geleni yapalım. Her şeyden önce şu dinozorları kenara itelim ve küçük markalara yer açalım. Sizin de söylediğiniz gibi sektör büyük markaların kuşatması altında. Tüketici olarak bu markalarla nasıl mücadele edebiliriz?Hepimiz kim olduğumuza ve ne yaptığımıza bağlı olarak bir yol tutturuyoruz. Boohoo gibi ultra hızlı moda markalarından alışveriş yapan gençlerin, kıyafetleri söküldüğünde ya da eskidiğinde bunları onararak başkaldırılarını gösterebileceklerine inanıyorum. “Eteğimi seviyorum ama çabucak yıprandı. Yerine yenisini almak istemiyorum. Eteğimi daha dayanıklı yapmanızı veya onarmanızı istiyorum,” diyebilirler markalara. Instagram’da ve TikTok’ta binlerce genç bunu yaptığında markalar onları dinleyecektir. Bunun dışında, mesela nasıl farklı şekilde alışveriş yapabileceğiniz üzerine düşünmeye zaman ayırın. Bedeninize uyan giysi yerine, prensiplerinize uyanı arayın. Pandemi, tüm dünyada yapısal eşitsizlikleri su yüzüne çıkardı. Pandemiden sonra modanın geleceğine dair ne tür tahayyülleriniz var?Bana göre pandemideki en önemli kampanya, tekstil işçilerinin maaşları için mücadele veren Pay Up oldu. Markaların siparişleri iptal etmelerine ve tekstil işçilerini ortada bırakmalarına hepimiz tanık olduk. Bir yanda markaların milyarder sahipleri, bir yanda maaşını alamadığı için açlığa mahkum edilen işçiler. Apaçık bir adaletsizlik. Bu ciddi bir dönüm noktası oldu. İnsanların bunu unutmayacağını düşünüyorum. Bir başka önemli gelişme de Black Lives Matter hareketiydi. Gençler, ebeveynlerinin ve ailelerinin karşısına dikilip, “Sen bana doğruyu öğretmemişsin. Bu kişi ırkçıymış,” dediler. Daha iyi bireyler olmak için gerçek bilgiye ihtiyaçları olduğunu gördüler. Giysiler konusunda da herkes bu tutumu benimsese sorunumuz sona erer. Çünkü insanların ve doğal kaynakların sömürülme oranını anladıkları anda alternatif arayışına girmeleri kuvvetle muhtemel. Pandemiden sonra gerçek bilgiye duyulan açlığın belirleyici olacağını düşünüyorum.
İçindeki Çocukla Barışık Bir İllüstrasyon Markası: Rumisu
İstanbul doğumlu iki kız kardeş olan Deniz ve Pınar'ın kurduğu desen ve illüstrasyon markası Rumisu dört yaşında. Deniz ve Pınar, ortak tutkuları olan tasarım, illüstrasyon ve el emeğini, etik üretim prensipleriyle birleştirerek Rumisu'yu yarattılar. Bu süre içinde Rumisu'nun gelişimini heyecanla takip ettik ve başarısından ilham aldık.Tasarım markaları her zaman yaratıcılarının kişiliğinden ve tutkularından etkilenir. Çoğu zaman markayı da bir kişi gibi sever, hissederiz. Rumisu da bu markalardan biri. Hepimizi sıcaklığıyla ve samimiyetiyle etkileyen Rumisu'nun hikayesini, onun yaratıcılarından dinlemek istedik. Ayrıca moda girişimcileri için tüyolar da aldık!
Marka kurmak bitmeyen bir maraton gibi
Genelde kronolojik gidilir ama ben markanızın şu anki resmini çizerek başlamak istiyorum. Bugün Rumisu nasıl bir marka? Neler başardı?
Rumisu bu sene 4. yaşına girdi, halen hızla büyümekte olan ‘çocuk’ bir marka aslında. Zaten biz Rumisu’yu rengarenk, ve içindeki çocukla son derece barışık bir marka olarak görüyoruz. Şu anda 16 farklı ülkede, yaklaşık 50 satış noktasında bulunan niş bir desen ve illüstrasyon markasıyız. Desenlerimizle yarattığımız hikayeleri farklı boyut ve materyallerde fularlar üzerine yerleştirerek takipçilerimiz ve müşterilerimizle paylaşıyoruz.
İki kardeş olarak birleşip kendi markanızı kurmaya sizi en çok motive eden şey ne oldu?
İllüstrasyona olan sevgimiz ve kendimizi bu görsel dille ifade etme isteğimiz Rumisu’yu şekillendirmemizde ve kurmamızda çok motive edici oldu. Ayrıca abla kardeş bir takım olarak çalışma fikri de bizim için çok heyecan vericiydi. Birbirini bu kadar iyi tanıyan, güvenen, seven, sayan bir ortakla yola çıkmak inanılmaz bir şans ve lüks.
Rumisu uzun bir süre tek ürüne odaklandı, bu sizin seçiminiz miydi? Neden eşarpları seçtiniz?
İllüstrasyonlarımızı ve desenlerle anlattığımız hikayelerimizi en esprili şekilde nasıl paylaşabileceğimizi düşünürken, büyük aksesuar-severler olarak, eşarbın kendimize çok uygun bir zemin olduğuna karar verdik. Herkesin çok sevdiği, kolayca kullanabildiği, rahatlıkla risk alabildiği bir parçayla çalışmanın eğlenceli olacağını düşündük.İlk yola çıktığımızda, bizim çocuksu hikayelerimiz ve çılgın renklerimizle yarattığı kontrast hoşumuza gittiği için, aslında ‘çok yetişkin ve klasik’ bir ürün olan ‘ipek’ fulara odaklandık. Biz kendimizi dev fularlarla sarıp sarmalamayı çok sevdiğimiz için tek bir dev ebat, -140 cm x 140 cm - seçtik. Daha sonra, hem kendimiz merak ettiğimiz için hem de müşterilemizin yönlendirmeleriyle, hem farklı kumaşlarla, hem de farklı ebatlarla oynamaya basladık. Tek bir ürün kategorisi içerisinde dahi sonsuz farklılık yaratmanın mümkün olduğunu gördük.Yine de Rumisu olarak kendimizi bir ‘illüstrasyon ve desen’ odaklı bir marka olarak gördüğümüz için, sürekli olarak çizimlerimizi başka hangi kanvaslara taşıyabiliriz diye araştırma yapmaktayız.
Markanızı kurma aşamasında size verilmiş olmasını isteyeceğiniz tavsiyeleri paylaşır mısınız? Bugün başka girişimcilere faydalı olacağından eminim.
Sanırım bu konuda oldukça şanslıydık. Daha önceki hayat ve is deneyimlerimiz sayesinde, marka kurmanın uzun soluklu bir maraton olduğunu bilerek koşmaya başladık. Bugün bu deneyimin aslında ‘bitmeyen bir maraton’ olduğunun altını çizmek isteriz. Gelecekte bir gün ‘Markamızı kurduk, işimiz bitti, şimdi ayaklarımızı uzatabiliriz, dinlenebiliriz’ gibi bir cümle kuracağımızı düşünemiyoruz bile.Her gün yeni bir macera. Her sezon yeni bir heyecan ve soru işareti. Dünya her gün değişiyor, anlatılacak yeni hikayeler doğuyor. Rumisu da değişen bu dünya içerisinde değişiyor ve gelişiyor. Değişen sosyal medya dünyasında sesimizi nasıl duyurup, hikayemizi/hikayelerimizi nasıl paylaşacağımıza karar vermek ve uygulamak sürekli bir yaratıcılık ve disiplinli yönetim gerektiriyor.Yine başlarken bildiğimiz, ama yaşadıkça ve çalıştıkça önemini daha da iyi kavradığımız konulardan biri ekip olmanın önemi oldu. ‘Marka kurmak’ pek çok farklı işin aynı anda yürümesini gerektiriyor - tasarım, üretim, pazarlama, satış - ve bu konuların hepsi farklı yetenekler gerektiriyor. Biz abla kardeş başladığımız için şanslıydık, ‘çekirdek bir ekip’le başlamış olduk. Ama ekibimize destek veren, katılan başka ekip arkadaşlarımız olmadan bugün ulaştığımız noktaya varamazdık. Ekip çalışmasının önemini ne kadar anlatsak az.
Siz sırayla hangi stratejik adımları attınız ve sizce işinize nasıl etkileri oldu?
Sosyal sorumluluk yönünü başından itibaren üretim sürecinin olmazsa olmaz bir parçası haline getirmemiz, ve ilk sezonumuzdan itibaren yurt dışı fuarlara katılmamız, bizim için önemli stratejik avantajlar oluşturdu.Yurt dışındaki buyer’lardan aldığımız yorum ve önerilerle kendimizi çok daha hızlı geliştirdik. Bu fuarlar aracılığı ile edindiğimiz ivme, üretimimizin hem kalite hem adetler anlamında hızla artmasına imkan tanıdı.Sosyal sorumluluklarımıza, ve ‘Kadının Sürdürülebilir Ekonomik Kalkınması’ konusuna verdiğimiz önem de, çoğunluğunu kadınların oluşturduğu müşteri kitlemiz tarafından markanın daha çabuk fark edilmesine ve benimsenmesine katkıda bulundu.
Size ders veren değerli bir hatanız oldu mu?
Hata değil ama ders olarak belki şunu paylaşabiliriz; ilk sezonumuzda her bir desenin farklı renklerle çalışıldığında ne kadar farklı dünyalar ortaya çıkabildiğini henüz keşfetmediğimiz için, o zamanlar daha çok desene ve hikayesine odaklandığımız için, ilk sezonda her bir deseni tek bir renk seçeneği ile çalıştık. Kısa bir süre sonrasında ise varyantlar dünyasında kendimizi kaybetmeye ve böylece müşterilerimize de daha zengin seçenekler sunabilmeye başladık tabii…Markanızın gelişiminde tasarım ve yönetimin önemini yüzdeye vursanız ne çıkar?Rumisu’yu tabii ki tasarıma ve illüstrasyona olan sevgimiz yüzünden kurduk. Kendimizi bu şekilde özgürce ifade edebilmek, özgün olabilmemizi, kendi dilimizi oluşturarak binlerce marka arasında hem satın alma profesyonelleri hem de müşterilerimiz tarafından fark edilebilmemizi sağladı. Bu yüzden Rumisu için tasarımın önemi çok büyük.Ama markamızın bugün geldiği yere gelmesini sağlayan, ve umarız ileride hedeflediğimiz noktalara ulaşmasını da sağlayacak olan, yönetimi için göstermekte olduğumuz hassasiyet ve titizlik oldu. Yönetimin önemini %90 olarak değerlendirirsek yanlış olmaz. Netice itibari ile Rumisu olarak tasarladığımız ürünleri, gerektiği zamanlarda, en iyi kalitede hayata geçirilmiş olarak müşterilerimize sunamazsak Rumisu çok kısa sürede önce yer edindiği butiklerin raflarından sonra da hafızalardan silinir.Yıllarca Türk markaları için yurtdışına açılmak imkansız dendi. Son yıllarda bunun aksini ispatlayan başarılı markalar var bunlardan biri de Rumisu. Yurtdışına açılmak çok mu zor? Yoksa herkesin dilediğini bulabildiği bu dijital dünyada cesaretli olmak işe yarıyor mu?Yurt dışına açılmanın elbette pek çok zorluğu var. Bunu yapmak pazarlama anlamında ciddi bir yatırım, yönetim anlamında da inanılmaz bir disiplin gerektiriyor. Yurt dışı satın almacılar hem kalite, hem de terminler konusunda çok katı ve titizler. Ama bugünün küresel şartları içerisinde sadece lokal bir marka olarak kalmak pek akılcı değil. Senin de sorarken işaret ettiğin üzere dijital dünya bizim gibi ufak markaların, gerek instagram gerek başka sosyal mecralar üzerinden dünyadaki tüm müşterilerine direk olarak sesini duyurabilmesini sağlıyor. Nispeten yeni gelişen bu araçları ve avantajları bütün girişimcilerin kullanması gerektiğini düşünüyoruz. Neden bunları reddederek kendimizi sınırlandıralım? Derin bir nefes alıp, cesaretle dünya arenasına çıkmanın, uzun vadede var olmak için tek çıkar yol olduğuna inanıyoruz.
Rumisu’yu en çok seven yabancı müşteri hangi coğrafyada?
Şu an için Güney Kore ve Taiwan. Bu ülkelerde özellikle ‘ipek’ ve ‘ipek fular’ kullanımına yönelik çok köklü bir gelenek var. Genel olarak sevimli, çocuksu çizimlere karşı ilgi çok. Ve fularlarımızla birlikte gelen 3D oyuncaklar (amigurumiler), bu kültürlerin el yapımı olan her şeye gösterdikleri saygıdan ötürü, onlara çok ilginç ve çekici geliyor.
Küçük markalarda, genelde büyük şirketlerde ekiplerin yürüttüğü şeyler, hep başa düşer. Konfor alanından çıkmak zorunda kaldığınız konular neler oldu? Böyle zamanlarda yılmadan devam etmek için sihirli bir formülünüz var mı?
Evet Rumisu’da da tasarımdan pazarlamaya, muhasebe/stok takipten, ütü, pakete uzanan çok çok uzun bir süreç var. Ve oldukça uzun bir süre bu fonksiyonların gerektirdiği tüm bu şapkaları, ikimiz dönüşümlü olarak taktık. Şu an ekibimiz bir tık daha genişlediği için iş bölümünde biraz daha rahatladık, ama yine de herkes gerektiğinde her şapkayı takıyor. Rumisu-severlerden aldığımız tatlı sözler ve mesajlar da bizi yılmadan devam etmek ve motive etmek konusunda birebir.
Rumisu için sosyal sorumluluk hep önemli oldu. Sizi en çok etkileyen konular neler?
Evet sosyal sorumluluk hem çok önemli, hem de günün sonunda yaptığımız işin tatminini bizim için kat kat arttırıyor. Seçtiğimiz konular bizim yakından ilgilendiğimiz alanlar. Birincisi kadının ekonomik güçlendirilmesi ile ilgili. Diğeri ise hayvan hakları.Kadının ekonomik olarak güçlendirilmesini, bir ülkenin kalkınmasının temel taşlarından olduğunu düşünüyoruz. Kadınlar genel olarak ellerine geçen maddi imkânları ailelerinin temel ihtiyaçlarına çok daha akıllıca yatırım yaparak kullanıyorlar, özellikle de çocuklarının eğitimine yönlendiriyorlar. Bu konuda yapılmış sayısız araştırma var. Bu yüzden fularlarımızla birlikte gelen 3D karakterlerin ve ürün kılıflarının üzerindeki el nakışı kuşlarımızın üretimini UNDP (Birleşmiş Milletler Kalkınma Fonu) tarafından yönetilen bir proje kapsamında Güney Doğu Anadolu’da yapiyoruz. Nusaybin, İdil ve Kilis’te giderek genişleyen bir Rumisu ailesi var, ve bu yetenekli kadınlara iş imkanı sunabilmek bizim çok çok hoşumuza gidiyor.Çok ilgilendiğimiz bir diğer konu ise, iki hayvan-sever olarak, yurt içinde sokak hayvanları konusu ve yurt dışında yasa dışı fildişi ticaretine kurban giden fillerin durumu. İki sene önce, Kenya Nairobi ‘deki DSWT adındaki fil yetimhanesindeki iki fil yavrusunu Rumisu olarak ‘evlat’ edindik. ‘Expedition Africa’ koleksiyonumuzdaki belli modellerin satışından elde edilen gelir ile onlarin süt ve diğer bakım masraflarına katkıda bulunuyoruz.
İkiniz de çok yaratıcısınız fakat aynı zamanda bir markayı büyütmek operasyonal konularda çok sıkı çalışma gerektiriyor. Herşeye yetişmek için enerjinizi nasıl yenilersiniz?
Eve, doğaya, ve de sanata kaçarak diyebiliriz. İkimiz de oldukça evcil insanlarız, evlerimizde kedi, köpeğimizi mıncıklayarak, elde bir şeyler biçip, dikip üreterek çok güzel kafa boşaltıyoruz. Hafta sonlarında yeşilin içinde yürümek ya da bir su kenarında oturmak çok sakinleştirici oluyor. Su akar, deli bakar misali.... Bunun yanı sıra, sevdiğimiz müziklerin, filmlerin kitapların, görsellerin içinde kaybolmak da bize çok iyi geliyor. İnternette sevdiğimiz görsel/sanat bloglarını gezerek hem eğleniyoruz ve besleniyoruz, hem de dinleniyoruz.Pınar: Ben Pazar günleri Feriköy pazarında aheste aheste gezip, saatlerce tezgah karıştırarak da başka bir dünyaya gidebiliyorum. Ama en enerji yenileyen aktivitemiz ‘her şeye yetişmenin’ sadece bir mit ve gerçekdışı olduğunu hatırlamak da olabilir tabi ...
“Man and technology” koleksiyonunuzda teknoloji yüzünden modern zombiye dönüşen bizleri eğlenceli bir şekilde anlattınız. “Onla da olmuyor, onsuz da” diyenlerden misiniz yoksa teknolojiye dur diyebilenlerden mi? Koleksiyonlarınızda teknolojiyi ne kadar kullanıyorsunuz?
Teknolojiye dur demek ne mümkün... O yüzden elimizden geldiğince ayak uyduruyoruz, ve hayatimizi kolaylaştırmak için kullanıyoruz. Ama teknoloji halen bize ‘doğal’ gelmiyor. Netice itibari ile ilk ‘e-mail’ hesabını üniversite yıllarında edinmiş gruptanız... ağzında emzik, pusetinde akıllı telefonlarla oynayan jenerasyondan değil..O yüzden çizimlerimizi elde yapmayı tercih ediyoruz. Bize bu şekilde yaptığımız desenler daha samimi ve organik geliyor. Ama üretim aşamasında teknolojinin nimetlerinden son noktasına kadar yararlanıyoruz. İstediğimiz ürün kalitesine ancak bu şekilde ulaşabiliyoruz.
Karakterlerinizi yaratma süreci ne kadar sürüyor? Bir amigurumi ne kadar sürede örülüyor?
3D karakterlerin ilk prototiplerini elde biz hazırlıyoruz. Birinci örneğin örülmesi, karakterine göre 4 ile 8 saat kadar sürebiliyor. Sonrasında üretim de elde yapılıyor tabi, ama ekibin eli alışınca, süre kısalabiliyor. Ama ortalamada en kısa süreni 3 saat alıyor.
Dışardan almaya en çok ihtiyacınız olan profesyonel destek nedir? Ve sizce gelecekte ne olacak?
Şu ana kadar dışarıdan web tasarımı gibi konularda destek aldık. Ama ileride PR ve pazarlama konularında da destek almayı istiyoruz, özellikle daha az tanıdığımız yurt dışı pazarlarında.
Rumisu kullandıklarında müşterilerinizde harekete geçmesini istediğiniz duygu ne?
Müşterilerimizi Rumisu’larını kullanırken gülümsetebiliyorsak ne mutlu bize. Hikayelerini anlattığımız konular bazen ciddi bile olsalar, Rumisu’nun dilinin çocuksu, esprili ve eğlenceli olmasını ve insanları güldürebilmesini istiyoruz. Zaten kendi karakterlerimiz ve doğamız gereği de ortaya çıkan desenler genellikle kendiliğinden bu şekilde ortaya çıkıyorlar.