Elsa Schiaparelli, moda tarihinin yokluktan gelip kendini büyük zorluklarla sıfırdan yaratan figürlerinden biri değil. Terzilik yeteneği dünyayı sarsan cinsten de değil. Onun moda tarihindeki önemini anlamak, onu anlamaktan geçiyor. Onu ve tasarımını anlamak ise içinde yaşadığı dönemi anlamaktan.
Elsa, 1920'li yıllarda üretmeye başlamış olsa da, moda dünyasının manşetlerine oturması esas 30'lu yıllarda oluyor. Dünya tarihinde “iki savaş arası” olarak özetlenen bu dönemde yükselişinin sebebi ise dünyanın içinde bulunduğu ruh hali... 1929'da New York borsasının çöküşüyle dünya ekonomisinin içine girdiği “Büyük Buhran”, adı üzerinde sadece ekonomik değil, dünya çapında genel bir sıkıntıya işaret ediyor. Bu dönemde gerçek hayatın pek de çekici olmamasıyla birlikte, Hollywood bir “düş makinası” ünvanını kazanarak yükselmiş, moda dünyası üzerinde de etkisi oldukça baskın bir hale gelmişti. Sanatta ise, 1920'lerde başlamış olan, ancak savaşın bir süreliğine bastırmış olduğu Sürrealist akım, yani bilinç altı imgelerina dair, adı üstünde “gerçek üstü” imgelere dayanan akım yüksemekteydi.
Schiaparelli, İtalya'da hali vakti yerinde bir aileye doğmuş, sanat ve edebiyat ve çeşitli kültürlerin etkisi altında büyümüştü. Paris'e yerleşmeden önce Londra, Nice ve Amerika'da yaşamıştı. 32 yaşında Paris'te ilk dükkanını açtığında çoktan dolu dolu bir hayat yaşamış, sanat camiasından birçok önemli isimle tanışmıştı.1922'de açtığı bu il dükkandan 7yıl sonr ise Paris'in ünlü Rue de la Paix'inde couture işletmesini açacak, ve her sezon koleksiyonlar sunmaya başlayarak tam bir “tasarımcı” olacaktı.
Elsa Schiaparelli, her sezon bir temayla yola çıkarak koleksiyon hazırlayan ilk tasarımcı olma ünvanına sahiptir. Bu temalardan ilki, 1937'de “müzikal ikonografi” koleksiyonuydu. Bunu sirk, paganizm, saray soytarıları ve astrolojiden esinlenen koleksiyonlar izleyecekti. Bu koleksiyonlarda tema, Paris'in ünlü işleme ustası Lesage'ın eklediği işlemelerle kendini belli ediyor, her koleksiyonda kullanılan konuya uygun düğmelerle güçlendiriliyordu.
Tasarımcı, sürrealist sanat akımından Jean Cocteau ve Christian Bérarda aralarında olmak üzere birçok farklı sanatçı ile işbirlikleri yapmıştı; ancak şüphesiz en çok ses getiren çalışmaları, arkadaşı Salvador Dali ile birlikte ortaya koyduğu parçalardı. Bu ikisi, sürekli birbirlerinin işlerinden esinlenmenin yanı sıra birçok ortaklaşa çalışma da ortaya koymuşlardı. Dali, Venus de Milo With Drawers heykelini (bu, göğüs kafesinden çekmeceler fırlayan bir adam figürüydü) tamamladığı sene, Schiaparelli'nin vitrinine göğsü çekmecelerle dolu devasa bir oyuncak ayı yerleştirmişti – hem de bu ayı, Schiaparelli'yle özdeşleştirilmiş olan parlak pembe renge boyanmıştı. Buna karşılık Schiaparelli, ondan esinlenerek “drawer suit” (çekmeceli takım) isimli tasarmını çıkartmıştı bu, gövdesinde çekmece görünümlü birçok bölme olan, keskin hatlara sahip bir etek ceket takımıydı, bu çekmecelerin bir kısmı cep görevi görüyordu, diğerleri ise süslemeydi. 1937-38 sezonunda tasarladığı “tear dress” (yırtık elbise), yine Dali'nin bir resminden esinlenmişti. Three Young Surrealist Women Holding in Their Arms the Skins of an Orchestra (Kollarında Bir Orkestranın Derilerini Taşıyan Üç Genç Sürrealist Kadın)(1936) resmindeki figürlerden biri, içindeki yırtıklardan bedeni gösteren deriye benzer bir elbise giymişti, Schiaparelli'nin ipek elbisesi ise, kopuk et izlenim veren pembe-mor desenlerle kaplıydı, elbisenin üzerindeki şaldan ise pembe kumaş parçaları sarkıyordu.
Schiaparelli'nin tek yenilikçi tavrı sürrealist desen ve şekillerde değil, aynı zamanda malzemeyi kullanışındaydı. Bugün giysilerimizi onsuz düşünemediğimiz fermuar, 1893'te icat edilmiş olsa da, kullanımı iç giyimve iş kıyafetlerinde sınırlı kalan bu aksesuar, modadan hayli uzak olarak görülüyordu. Ancak Schiaparelli, son derece kullanışlı olan bu ürünü tasarımlarında kullanmakla kalmamış, onu tasarım sürecine dahil etmiş, giysilerini onun etrafında tasarlayarak ilginin odağı haline getirmişti. Bu şu demekti, Schiaparelli'nin tasarımlarında fermuar sadece işlevsel olarak değil, süs amacıyla da bulunuyordu, fermuarı görünür bir şekilde kullanmanın üstüne zaman zaman, kontrast renkler kullanarak gözden kaçırılmayacağından emin olmak istemişti.
Schiaparelli'nin elbiselerinde sürrealim, kendisini daha çok kıyafetin yüzeyinde süsleme ve desenlerle belli ediyordu, şekillerle daha serbestçe oynadığı yer ise şapkalardı: kariyerinin en ikonik anlarından birisi, ters çevirilmiş bir topuklu ayakkabı şeklindeki “shoe hat” idi. Topuklu ayakkabının getirdiği erotik sembolizm, sürrealist anlayışla harmanlanmış, düz siyah ve parlak pembe kadife seçenekleriyle alıcıya sunulmuştu.
1930'larda Hollywood hızla yükselmekteydi, ve Amerika'da modanın sunduğu yeni stillerin takip edildiği en önemli kaynak haline gelmişti. Amerikan tasarımı yavaş yavaş kendini belli etmeye başlamış olsa da modanın kaynağı hala Paris'teydi, hatta üretimini Amerika'da yapan mağazalar bile tasarımcı adı kullanmaktan kaçınıyor, ürünlerinin kaynağının Paris olduğu izlenimini sürdürmeye çabalıyorlardı. Kostüm tasarımlarının çoğu yerel olarak yapılan Hollywood da, çoğunlukla en son stilleri bire bir yansıtmayı başarıyordu, ancak bir seferinde bir anda uzayan etek boylarını öngöremediklerinden bir anda yeni çekilmiş filmleri demode kalmış, bu facianın tekrarlamasını engellemek için stilistlerini Paris'e göndermişler, ve Paris'ten büyük tasarımcıları Hollywood'la çalışmak üzere işbirliğine davet etmişlerdi. Schiaparelli'nin baş düşmanı olan Chanel, bir anlaşma yaparak Hollywood'a gitmiş, ancak sade ve süslemesiz tasarım anlayışı, Amerika'da çok sevilmesine rağmen, filmlerde kostüm olarak başarılı olamamıştı. Schiaparelli'nin doğası itibariyle teatral olan tasarım anlayışı ise Hollywood'da ona başarı getirmişti: Greta Garbo, Mae west ve Marlene Dietrich gibi dönemin ünlü isimlerini giydirme fırsatı bulmuştu. Hatta, 1938'de çıkardığı “Shocking” ismini taşıyan parfümü, Mae West'in büstü şeklinde tasarlanmış bir şişeyle piyasaya sürülmüştü.
Schiaparelli'nin moda tarihindeki önemi, günümüzde hatırladığımız birçok büyük tasarımcı gibi, kendisinin uzun zaman hatırlanmasını sağlayacak sağlam bir iş zekası değildi, nitekim İkinci Dünya Savaşı sonrasında moda sektörünün geçirdiği köklü değişimlere ayak uyduramayan modaevi, ekonomik çöküntüye uğramış ve kapanmıştı. Schiaparelli'nin mirası, adını verdiği bir markadan ziyade, tasarımdaki imzasıydı. Birçokları tarafından “sanat ile modayı bir araya getiren ilk tasarımcı” olarak anılan Schiaparelli, hakikaten bu iki alanı bir araya getiren ilk kişi değilse, bunu bu kadar bilinçli ve bu kadar aleni bir şekilde yapan, bunu markası haline getiren ilk tasarımcıydı. Diğer bir deyişle kendisinin önemi, bir markada değil, kendisinden sonra devam eden bir tasarım anlayışıyla moda tarihine bulunmuş olduğu katkıdaydı.
Yazar: Eda Çakmak
“Eda Çakmak ,Yeditepe Üniversitesi’nde Antropoloji ve Psikoloji dallarında çift anadal yaparken yazdığı tez ile toplumsal kimlik ile giyimin ilişkisi üzerine düşünmeye başlamıştır. Bu düşüncenin peşini bırakmayıp, Fulbright bursunu kazanarak New York’ta Parsons The New School For Design’da Fashion Studies yüksek lisansını tamamlamıştır. Şimdilerde moda kültürü, moda haberleri, beden ve güzellik algıları hakkındaki yazılarını www.komodaejderi.com ‘da yayınlamaktadır.”